Değerli Hanımefendiler, Beyefendiler,
Çok Kıymetli Bilim İnsanları,
Sevgili Öğrenciler,
Hepinizi sevgi ve saygıyla selamlıyorum. Sözlerimin başında, böyle bir bilim yuvası çatısı altında, sizlerle bir arada olmaktan duyduğum memnuniyeti, dile getirmek istiyorum. Düzce Üniversitesi’nin, ‘Yükseköğretimde Kadın Liderliği’ konusunu, 2012 yılından beri gündemine almış olmasını, bu konuda çalıştay ve paneller yapmasını önemsiyor, bu gayretleri dolayısıyla, başta rektörümüz olmak üzere tüm emeği geçenleri tebrik ediyorum.
İlim yolunda yürümek, bilimin ışığı ile aydınlanmak, bilgiyle kuşanmak, dünyanın en büyük zenginliği. Hiçbir şey, ilim sahibi olmaktan daha büyük bir değer değil dünyada. Mal-mülk, makam-mevki gelip geçer, fakat ilim ve irfan hayat boyu yolunu aydınlatır insanın. Sizler de, ilim yolunun yolcuları olarak dünyamızı aydınlatıyor, nesillerimizin geleceğini inşa ediyorsunuz. Gelecek kuşaklar adına hepinize minnettarız.
Değerli Hanımefendiler, Beyefendiler,
Hepinizin bildiği gibi, Türkiye’de kadının, üniversitede yüzyıllık bir geçmişi var. İlk kadın üniversitemiz, İnas Darül-Fünûnu, 1914’te kuruldu. O günden bugüne de, akademide kadın varlığı hızlı bir şekilde arttı.
Bugün ulaştığımız rakamlar, Türkiye için çok sevindirici. Üniversitelerimizdeki kadın akademisyen oranı, %40’ların üzerinde. Dünya ortalamasının hayli önünde olan bu rakam, Türkiye’yi, Amerika ve Kanada gibi ülkelerin, hemen arkasında konumlandırıyor.
Öte yandan 859 yılında, Fas’ın Fez şehrinde kurulan ve dünyanın ilk üniversitesi olarak kabul edilen, Karaviyyun Üniversitesi’nin, Fatıma El-Fihri adında bir kadın tarafından, inşa ettirilmiş olması da, bir parçası olduğumuz medeniyet dairesi içinde, yükseköğretimde kadın liderliği açısından, hepimize ilham veriyor.
Bu güzel geçmiş içinde, halen kadınlarımızın akademik çalışmalara değer veriyor olması, kariyer planlamalarında, bilim ve ilim yuvalarından yana bir tercihte bulunuyor olmaları, kuşkusuz çok değerli bir kazanım. Tüm dünya, yükseköğretimde kadın oranını artırmak için çabalarken, Türkiye kadınlarının akademide kendilerine böylesine geniş bir alan açmış olması gerçekten kayda değer.
Fakat bu güzel gelişmeye rağmen, ne yazık ki yükseköğretimde yönetici pozisyonlarında kadınların, bir takım engellerle karşılaştığını müşahade ediyoruz. ‘Cam tavan’, kadınlarımızın üniversitelerde, karar mekanizmalarında yer almalarının önünde, önemli bir engel. Kadınlarımız, belli bir aşamadan sonra, ne acı ki yükselemiyorlar.
Yaygın biçimde, aile ve çocuk sorumluluğunu tek başlarına yüklenerek, erkek meslektaşları ile aynı kulvarda, eşit olmayan şartlarda rekabet etmek durumunda kalıyorlar.
Avrupa Birliği ülkeleri başta olmak üzere, tüm dünyada bu durum, eşit temsil ilkesiyle, kota koymak suretiyle aşılmaya çalışılsa da, sonuç vermiyor. İşte bu noktada, ‘Toplumsal Cinsiyet Adaleti’nin, ne kadar önemli bir kavram olduğu ortaya çıkıyor. Zira, sayısal eşitlik zorlaması, kadının yükünü hafifletmediği için, sorunu çözmüyor. Çünkü zihinlerde, aşılması güç büyük bariyerler var. Kadın hakkındaki kültürel ve toplumsal algıları değiştirmeden, aile içinde kadının yükünü hafifletmeden, bu sorunu çözmemiz mümkün görünmüyor.
Çocuğun sorumluluğunun, tamamen anneye ihale edildiği, aile ilişkilerinin yürütücülüğünün, bütünüyle kadına yüklendiği bir ortamda, kadınlar haliyle, belli bir noktaya getirdikleri kariyerlerinde, ilerleyemiyorlar.
Değerli Katılımcılar,
Kuşkusuz bu sorunun, üzerinde düşünülüp tartışılması gereken, pek çok sebebi var. Her şeyden önce, bilimsel alandaki bu sıkıntılar, kadınlarımızın genel çalışma hayatına katılımını, engelleyen hususların bir parçası. Siyasette, iş dünyasında kadının temsil ve liderlik oranı da, bundan bağımsız değil. Çünkü hepsi, toplumdaki genel cinsiyet algıları ile şekilleniyor. Sözgelimi siyasette kadınlarımızın temsil oranı, yakın zamanlara kadar oldukça düşüktü.
Hepinizin bildiği gibi, Türkiye’de kadının siyasete katılımı, pek çok Avrupa ülkesinden çok önce, 1930’lu yıllarda mümkün oldu. 1934’te kadınlarımız milletvekili seçme ve seçilme hakkını kazandı. Fakat bu hak, bir boyutuyla hep eksik kaldı. Toplumun neredeyse %60’ını oluşturan başörtülü kadınlarımız için, seçilme hakkı ancak 2014 yılında, yani 80 yıl sonra verildi. Benzer şekilde 100 yıllık bir gelenek içinde, kadınların üniversitedeki varlığı, başörtülü kadınlar için ancak, son birkaç yıl içinde, tümüyle sorun olmaktan çıktı. Bütün bu yasaklar, kadınlarımızın toplumsal hayatta var olma motivasyonunu düşürdüğü gibi, pek çok kadını da, eğitimden mahrum bıraktı.
Neyse ki, son 12 yılda bu ve benzeri hak ihlalleri ortadan kaldırılarak, daha katılımcı ve özgür bir üniversite ortamı inşa edildi.
Kadınlarımız pek çok alanda bugün, düne göre çok daha iyi bir konumdalar. Ötekileştirilen kesimler topluma kazandırıldı, kadınların siyasete katılımı teşvik edildi ve bu çabalar meyvelerini verdi. 2002 yılında mecliste 24 kadın milletvekilimiz varken, 2011 yılında bu sayı 78 oldu ve üç katına çıktı. 12 Eylül 2010’da halk oylaması ile kabul edilen, anayasa değişikliği ile kadınlara yönelik pozitif ayrımcılık ilkesi kabul edildi. Fakat yapacaklarımız elbette bitmedi.
Şimdi bir yandan, kadınlarımız için daha iyi çalışma şartları oluşturmak için çabalarken, bir yandan da, toplumsal cinsiyet adaletini yerleştirmeliyiz ki, kadın ve erkek arasında ilişkiler, tüm alanlarda adalet üzere tesis edilebilsin, aile kurumu, sağlıklı biçimde yaşamaya devam etsin.
Değerli Katılımcılar,
Yüksek öğretimde, kadın liderliği meselesine çözüm üretmek üzere, dünyada sunulan çözüm önerilerini biliyorsunuz; kadın akademisyenlerimizin, tecrübeli araştırmacılardan danışmanlık desteği alabileceği, bir mentörlük sisteminden tutun da, Avusturya gibi ülkelerde, kadın ve erkek için, farklı kariyer tanımlamaları yapılmasına kadar, çeşitli çözüm önerileri sunuluyor.
Fakat kadının karar mekanizmalarında yer almasının önündeki, en büyük engel, kuşkusuz, çarpık toplumsal algılar ve bu algıların baskısı altında, kadınlarımızın mücadele gücünün azalması. Hükümetimizin geçtiğimiz ay ‘kreş desteği, yarı zamanlı ya da, esnek çalışma düzeninin oluşturulması’ gibi kadın lehine attığı pratik adımlar, kadınlarımızın hayatını elbette, büyük ölçüde kolaylaştıracak. Ama aslolan, kadının hayatın her alanında var olmasının, varoluşsal bir ihtiyaç olduğunun fark edilmesidir. Yani bir bilinç devrimidir.
Doğrusu kadının şartlarını kolaylaştırmak, bulunduğu sektörde, liderlik yolunda ilerlemesinin önündeki engelleri kaldırmak kadar, kadının yokluğunda, bu sektörlerin ne kaybedeceği üzerinde de, konuşmamız gerektiği kanaatindeyim.
Ya da başka bir ifadeyle kadın liderliğinin, üniversiteye ne kazandıracağı üzerinde, daha çok durmak gerektiğini düşünüyorum.
Bir toplulukta ya da sektörde, kadın varlığı yoksa, kadın bakış açısı devrede değilse, orada bir şeyler eksiktir. Çünkü kadın ve erkek, birbirini tamamlar. Birisi diğerinin bakışına muhtaçtır. Bu iki bakışın birlikte varlığı, insanlık bakışının bütünlüğüyle oraya yansıması demektir.
Kadınların her detayı fark eden, değişime yatkın özellikleri eminim ki, üniversite gibi eğitim kurumları için de, ayrı bir değer ifade etmektedir. Kadın gözünün devrede olması, kurumsal kültüre çok şey kazandıracağı gibi, eğitim gibi, küçük ihmallerin büyük sorunlara malolabileceği alanlarda, ayrıca önemlidir.
Yasalarla, teşviklerle elbette yol alabiliriz ama, önce, biri diğerinin bir parçası olan, insan yarısı kadının eksikliğini hissedebilmektir, hissettirebilmektir aslolan. Bu farkındalık ise, en önce üniversitede oluşmalı ve buradan tüm topluma, tüm sektörlere dalga dalga yayılmalıdır.
Üniversite, bir yanda toplumun aynası iken, bir yandan da, topluma aynalık yapmakla yükümlüdür. Üniversitede hayat bulacak toplumsal cinsiyet adaleti, yine etkileri ile tekrar buraya da dönecektir.
Bu vesileyle, bu cinsiyet adaleti kültürünün, toplumda yaygınlaşması adına, Milli Eğitim Bakanlığımızdan özel bir ricada bulunabiliriz; henüz küçük yaştan itibaren, çocuklarımızda bu bakış açısını oluşturmak için, ne olur bir şeyler yapalım. Aynı şekilde, YÖK Başkanımız da hazır buradayken, cinsiyet adaletini, topluma örnek olacak şekilde, en başta üniversitelerimizde var edecek düzenlemelerle, bu kültürün öncülüğünü yapalım.
Bu süreçte üniversitelerimizde, kadınlar arası dayanışmanın sağlanması, kadınlarımızın birbirini cesaretlendirmesi, liderlik pozisyonlarına istekli olması da, bir başka önemli adım olacaktır. Geçmiş çalıştaylarda, çok isabetle tespit edildiği üzere, ‘Akademisyen Kadınlar Birliği’nin kurulması, belki bu dayanışma ruhunu pekiştirecek, önemli bir adım olabilir. Bu çatı altında, rol modellerin görünür hale gelmesi, yeni kuşak akademisyenleri de, liderlik pozisyonlarına daha çok yaklaştıracaktır.
Bütün bu mücadele içinde, kadın liderliğinin yaygınlaştırılması talebi, elbette liyakatin önüne geçen, bir cinsiyet mücadelesi değildir. Söz konusu arayış, insanlığın yarısını teşkil eden bir bakışın, adalet temelli bir eşitlik içinde, olması gerektiği yerde konumlanması meselesidir. Ancak bu şartlarda, kadının sahip olduğu özgün potansiyel, insanlığın yolunu açar, demokratik kültür, bir aşama daha kaydeder.
Bu duygularla, üniversitelerimizde kadın liderliğinin, hak ettiği seviyeye erişmesini diliyor, bu önemli çaba ve farkındalık nedeniyle, Düzce Üniversitesi’nin yöneticilerini, tekrar tebrik ediyorum. Hepinizi en içten sevgi ve saygılarımla selamlıyor, siz değerli ilim insanlarının aydınlattığı yolda, ülkemizin nice güzel günlere kavuşacağına, tüm kalbimle inanıyorum.