Çok değerli muhtarlarımız,
Kıymetli kardeşlerim;
Sizleri en kalbi duygularımla, muhabbetle selamlıyorum. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne, milletin evine hoş geldiniz.
Muhtarlar Toplantımızın 29’uncusunda sizlerle biraradayız. Şu ana kadar 28 tane yaptık, bugün 29. Bugün Adana, Ardahan, Balıkesir, Bilecik, Çorum, Erzurum, Kars, Kırklareli, Mersin, Rize, Siirt, Sinop, Tekirdağ ve Tokat illerimizden gelen siz kıymetli muhtarlarımızı misafir ediyoruz.
Geçtiğimiz hafta yine burada muhtarlarımızla biraraya gelmiş, hem kendilerinin 19 Ekim Muhtarlar Gününü kutlamış, hem de ülkemizdeki ve bölgemizdeki meselelere ilişkin görüşlerimizi kendileriyle paylaşmış, ifade etmiştim. Bir haftalık bir aranın ardından ülkemizde ve bölgemizde önemli gelişmelerin yaşandığı bir dönemde yine muhtarlarımızla birlikte bu meseleleri ele alacak, düşüncelerimizi paylaşacağız.
Tabii biz muhtarlarımızla böyle kritik meseleleri görüştükçe, istişare ettikçe birileri bundan rahatsız oluyor. Çünkü onların gözünde muhtar, ilmühaber belgesi vermenin dışında vasfı ve vazifesi olmayan kişidir, onlar öyle bakıyor. Halbuki biz muhtarlarımızı seçimle gelinen görevlerin ilk halkasını oluşturuyor olmaları sebebiyle demokrasinin temeli olarak görüyoruz, farkımız bu. Kendi aile efradı arasında seçime girse üç oyu biraraya getiremeyecek olanların muhtarlarımızı küçümsemeye çalışması hadlerine değildir. Biz muhtarlarımızla şehirlerimizin, ülkemizin, bölgemizin, dünyanın meselelerini konuşmaktan, istişare etmekten büyük bir memnuniyet duyuyoruz.
Muhtarlarımızla aramızdaki münasebetin mahiyetini anlamayanların gözden kaçırdıkları husus şudur: Kürsüden ülkemizle ve dünyayla ilgili meseleleri anlatırken burada karşımda oturan, daha sonra yemekte biraraya geleceğimiz muhtarlarımızın bir bakışları, bir baş veya el hareketleri, itirazları, isyanları, sükûtları, tasdikleri bana çok şey anlatıyor. İşte bu iletişimden aldığım mesaj, benim için çoğu zaman onlarca, yüzlerce kişiyle teker teker konuşarak elde ettiğim bilgiden çok daha önemlidir, çok daha isabetlidir, çok daha aydınlatıcıdır.
Biz işte buna milletimizin irfanı diyoruz, milletin irfanı çok farklı bir şeydir. İlim sahibi olursun, ama irfan sahibi olamazsan bir hiçsin. İşte milletin irfan sahibi olması burada. Bu irfanı ne eğitimle, ne makamla, ne imkanla elde edemezsiniz, ölçemezsiniz.
Zaman zaman özellikle yabancı medya mensupları bana siyasetteki başarımın, 14 yıldır Türkiye’yi nasıl yönetebildiğimin sırrını soruyorlar. Bu sır, işte burada, karşımda bulunuyor. Başarılarımı milletimle olan samimi muhabbetime, milletimin sahibi olduğu engin irfanı anlama ve ona tabi olma konusundaki isabetime borçluyum. Ne diyor rahmetli Neşet Ertaş: “Dost elinden gel olmazsa varılmaz, / Rızasız bahçenin gülü derilmez. / Kalpten kalbe bir yol vardır görülmez, / Gönülden gönüle gider, yar oy yol gizli gizli, yol gizli gizli.” Ülkemizin dört bir yanından gelen muhtarlarımızla Türkiye’nin tamamını temsil eden başmuhtar konumundaki Cumhurbaşkanının arasındaki bu muhabbeti görmeyenin gönül gözü kapalı demektir. Gönül gözü kapalı olana da Rabbim şifa versin. Bundan başka söyleyecek bir şey bulamıyorum.
Bakınız tüm siyasi hayatım boyunca şunu gördüm: Biz milletimize hizmet için bir adım attıksa, milletimiz bize üç adım, beş adım gelmiştir. Onun için millete efendi olmayacaksın, millete hizmetkar olacaksın. Bu sizin için de geçerli, benim için de geçerli. Hiç millete afra tafra yapmaya gelinmez. Eğer millete afra tafra yaparsan bir seçimde getirir, öbür seçimde de gönderir, bu iş böyle.
Milletten bir adım kaçanlar, hatta adeta koşarak uzaklaşanlar ise, kendilerine itibar etmediği için halka kızıyorlar. Halka niye kızıyorsun? Milletin değerleriyle, kültürüyle, tarihiyle kavga etmeyi bırakıp millete tabi olsalar mesele çözülecek. Öyle duvara ‘egemenlik kayıtsız, şartsız milletindir’ demekle egemenlik milletin olmuyor. Milletin hakkına tabi olmakla egemenlik milletin oluyor, bunu iyi anlamamız lazım. Milletimizle aramızdaki kalpten kalbe giden o gizli yol var ya, bizim gücümüzün de, enerjimizin de, motivasyonumuzun da kaynağı işte odur. Eğer bu yolun ne olduğunu, nasıl bir şey olduğunu merak edenler varsa, buyursunlar bir muhtarlar toplantımıza gelsinler, şöyle aramızda oturup etrafı bir seyretsinler, eminim ne demek istediğimi o zaman çok daha iyi anlayacaklardır.
Değerli kardeşlerim;
Geçtiğimiz hafta muhtarlarımızla yaptığımız toplantıda Türkiye’nin yeni güvenlik anlayışı üzerinde durmuş ve artık tehditlerin kapımıza dayanmasını beklemeyeceğimizi, tehditleri kaynağında imha edeceğimizi ifade etmiştim. Esasen bu yeni güvenlik esası Türkiye’nin Suriye ve Irak’ta niçin bulunduğunun, daha etkin şekilde yer almak istediğinin en açık ifadesidir. Artık iş kapıya geldikten sonra müdahale dönemi bitti, şimdi bataklığı kurutma döneminin yaşandığı bir sürecin içerisindeyiz. Bu olay nerede? Şurada, orada bütün iş bitecek. Öyle sabredelim, bekleyelim, buraya gelsin ondan sonra müdahale edelim yok, o geçti. Ne zaman geçti?
Söyleyeyim; biz bir demokrasiyle ilgili açılım süreci başlattık mı? Başlattık. Milli Birlik dedik mi? Dedik. Çözüm süreci dedik mi? Dedik. Netice aldık mı? Alamadık. Bunların hepsi neydi? Aslında bunların hepsi birer adımdı. Ama bizi anlamadılar. Gaziantep’te o kına töreninde 56 kardeşimizin orada bir canlı bombayla şehit edilmesi, 100 kişinin yaralanması olayı artık bu işin bitiş noktası oldu. Ve hemen dedik ki, mademki DEAŞ denilen bu terör örgütü burada böyle bir adım attı, şimdi biz Suriye’ye yaptığımız ön hazırlıklardan sonra Cerablus’tan gireceğiz ve Özgür Suriye Ordusu önde, arkasında lojistik destek bizde olmak üzere Ceralus’a girildi.
Peki, Cerablus’a kim yerleşti? Cerablus halkı yerleşti, şimdi Cerablus halkı geldi topraklarına yerleşti. Artık okullarıyla, hastanesiyle vesairesiyle hemen bütün hizmetleri oralarda yaptık ve bir taraftan Kızılay’ımız, bir taraftan bütün orada altyapı-üstyapıyla ilgili çalışmalar hızla hala devam ediyor, ama artık çocuklar okullarına gidebiliyor, mabetler, hepsi, camiler, mescitler neyse, onlar hazırlandı, herkes oralara gidebiliyor.
Ardından El-Rai’ye girildi, Rai’den hemen bunların kutsadıkları biliyorsunuz meşhur Dabık vardır ve Dabık’a doğru inildi. Tabii DEAŞ orada çok ciddi bir direnç gösterdi ama Dabık aşıldı. DEAŞ orayı da terk etmek zorunda kaldı. Ve şimdi de Dabık’tan nereye doğru gidiliyor? El-Bab’a doğru gidiliyor. Bu arada bir terör örgütü, PYD, YPG, ona karşı da gerekli mücadele nerede karşımıza çıkarsa o da veriliyor. Şimdi EL-Bab’dan Münbiç’e doğru...
Bizim Halep’le ilgili şu anda bir sorunumuz yok. Ama Halep’le ilgili itirazlarımız var, bunu da muhataplarımıza söylüyoruz. Bunu Sayın Putin’le de görüştüm. Dedim, ‘Halep halkını artık huzura kavuşturalım. Halep’te terör grupları, bu terör gruplarına karşı müşterek mücadeleyi verelim, ama Halep Haleplilerindir, bunu açıklamamız lazım.’ Halep’in üzerinde bir hesaba girmek doğru olmaz, çünkü bizim Halep’le tarihi, kültürel, akrabalık bağlarımız var. Ve Halep’te böyle bir işgal yapılacak olursa, bu insanların geleceği tek yer var; Gaziantep, Kilis.
Şu anda 2 milyon 750 bin Suriyeli, 300 bin Iraklı nerede? Bizim topraklarımızda. Bu insanların bakımı, her şeyi bize ait, bunu biz yapıyoruz şu anda. Bunu insani, vicdani, İslami bir görev telakki ettiğimiz için yapıyoruz, birilerinin talimatı olduğu için değil. Batı bu noktada herhangi bir destek veriyor mu? Yok. Başka yerlere veriyor; ama Türkiye’ye verdikleri bir ciddi destek yok, söz verdikleri halde. Avrupa Birliği’nin söz var, ortada ciddi bir şey yok. Aynı şekilde bakıyorsunuz Birleşmiş Milletler Mülteciler Konseyinin devamlı donörler toplantısı vesaire, paralar toplanıyor, Türkiye’ye gelen bir şey, benim bütçeme girmeyecek, bu buradaki Suriyeli kardeşlerimize gidecek, gene yok. Sadece bizim faturalı olarak şu anda 13-14 milyar doları buldu harcadığımız para, bir o kadar da STK’larımızın, belediyelerimizin yaptığı harcama var. Gelse de, gelmese de biz bu bombaların altındaki kardeşlerimize kesinlikle bu desteği vereceğiz. Hatta hatta şu anda çadır kentlerde, konteyner kentlerde bulunanlara vatandaşlık kapısını da gerekirse açacağız dedik. Bununla ilgili çalışmaları da İçişleri Bakanlığımız ayrıca yürütüyor.
Türkiye, 1984 yılından beri Irak ve Suriye merkezli bölücü terör tehditleriyle başa çıkabilmenin yollarını arayan bir ülkedir. Maalesef yakın bir tarihe kadar bu tehditlere karşı tedbirleri hep kendi topraklarımızda, hatta eylemlerin ardından almaya çalıştık. Karakollarda sıkışıp kalan askerlerimizle, polislerimizle mücadele yürütmeye gayret ettik. Halbuki terör örgütleri hem ülke içindeki, hem de Irak ve Suriye gibi yerlerdeki üslerinde serbestçe elemanlarına eğitim veriyor, lojistik yığınak yapıyor, hakimiyet alanları tesis ediyor. Eğri oturup doğru konuşmak lazım; bunlar ilk defa bizim tarafımızdan teşhis edilmiş, ilk defa bizim tarafımızdan dile getirilmiş sorunlar değildir. Ama her ne hikmetse meselenin üzerine gidilmemiş, gereken önlemler alınmamıştır.
Biliyorsunuz 3 Kasım 2002 seçimlerinden bu yana ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlenen kadronun başında bulundum, başında bulunuyorum. Başbakan ve Cumhurbaşkanı olarak ülkenin diğer meseleleri gibi güvenlik anlayışının değiştirilmesi konusunda da çok mücadele verdim, çok gayret gösterdim. Her seferinde karşımıza farklı engeller çıkarıldı, önümüze farklı mazeretler getirildi.
Elbette bu arada 2003 yılı 1 Mart’ında Irak’ta başlayacak operasyona aktif şekilde katılmamızın önünü kapatan hükümet tezkeresinin reddi gibi hatalar da yapıldı. Çünkü ben özellikle oraya katılmamızın gereğine inanmıştım, o dönemde bunun çok büyük bir hata olduğunu arkadaşlarımıza da ifade ettim. Tabii Mecliste öyle bir irade ortaya çıkınca Irak’taki gelişmelerin dışında kaldık. Bugün Irak’ta işlerin bu derece içinden çıkılmaz bir hale gelmesinin sebebi, Türkiye’nin o operasyonda etkin bir rol üstlenmemiş olmasıdır.
Daha sonra Meclis’ten buna müsaade çıktı Başbakanlığım döneminde, bu defa da Irak’taki kardeşlerimiz kalktılar dediler ki ‘Biz Türkiye’nin buraya girmesini istemiyoruz.’ Sayın Bush bana dedi ki, ‘böyle böyle, istemiyorlar.’ ‘Siz bana bu teklifi getirdiniz. Madem istemiyorlar, istenmediğimiz yere biz de girmeyiz’ dedik ve askerimizi çektik.
Suriye krizi başladığında yine benzer şekilde aktif bir konumda yer almaya gayret ettik. Ancak yıllarca bu sürecin de dışında tutulduk. Üstelik bir de ülkemize gelen milyonlarca sığınmacının yükünü tek başımıza üstlenmek zorunda kaldık. Sonunda baktık ki kimseden bize fayda yok, kendi projelerimizi kendimiz hayata geçirmeye karar verdik.
Değerli kardeşlerim;
Bu kararı vermesine verdik, ama önümüzde öyle çok da rahat bir hareket alanımız yoktu. Dışarıdan olduğu kadar içeriden de kuşatılmaya çalışılıyorduk. Hükümetimizin ilk yıllarından beri attığımız her önemli adımda provokasyonlarla, bürokratik ve siyasi engellemelerle karşılaştık. 2005, 2006, 2007’li yıllarda gerek ordu ve yargı içinde yuvalanan birtakım kesimlerin, gerekse siyasi muhalefetin yaralayıcı dilinin yol açtığı sorunları unutmadık, unutmayacağız. Aynı şekilde 2012’den itibaren Türkiye’yi bölgedeki hesapların dışında tutmak amacıyla nasıl köşeye sıkıştırmaya yönelik hamleler yapıldığını da çok iyi biliyoruz.
Demokratik açılım olarak başlattığımız, milli birlik ve kardeşlik projesiyle bir adım öteye taşıdığımız, çözüm süreciyle de neticeye ulaşmayı hedeflediğimiz bölücü terör sorunundan kurtulma çabamızın nasıl sabote edildiğini hep birlikte gördük. Terör örgütünü süreçten geri çevirmek için uğraşanların derdi ne bu ülkeydi, ne de bu milletti. Onlar Türkiye’yi kendi içinde sıkıştırmanın derdindeydi. Terör örgütü ve destekçileri de huzuru ve kardeşliği daimi kılmak için sunulan fırsatı yeni terör eylemlerine hazırlık için kullanarak gerçek yüzlerini ortaya koymuşlardır. İşte 53 Kürt kardeşimizin evet şehit edilmesinin ardında da ‘sokağa çıkın’ çağrısı yatmaktadır. Ölenler Kürt kardeşlerimizdi, öldüren onlar da Kürt’tü. Hani bunlar Kürtlerin temsilcisiydi, nasıl temsilci bunlar? Bunları hep yaşadık, bunları hep gördük.
Dikkat ederseniz devlet ve millet olarak o tarihten beri örgütü de, güdümündeki siyasi kurumları da muhatap almıyoruz. Hiçbir zaman almadım, almam, almayacağım da. Benim insanıma, benim vatandaşıma saygı duymayana benim saygım yoktur, olmayacaktır; bunun böyle bilinmesini istiyorum. Çünkü bizim muhatabımız, artık doğrudan terörle ve terör örgütüyle bağı olmayan bölge insanıdır, onları temsil edenlerdir; buna böyle bakacağız. İnanıyorum ki bütün muhtar kardeşlerim de buna böyle bakmalıdır. Eğer böyle bakmazsanız kusura bakmayın.
Bakınız o dönemlerde Gezi olayları birkaç gün içinde birileri tarafından hükümeti devirmeye yönelik bir fırsata dönüştürülmeye çalışıldı. Biz daha o günlerde bu sinsi oyunu gördük ve tavrımızı da ona göre belirledik. Aslında mesele ağaç veya yeşil meselesi değildi. Ben sadece belediye başkanlığım döneminde İstanbul’a 2,5 milyon fidan ve ağaç dikmiştim. Yeşile bu kadar hasta olan, yeşili bu kadar seven, bunun gayretini ortaya koyan bir kişiyi kimse ağaç düşmanı olarak ilan edemez. Ve şu iktidarlarımız döneminde de hamdolsun Türkiye genelinde yeşillendirmeyle ilgili verdiğimiz mücadele dünyada örnektir, böyle bir adımı atıyoruz. Fakat bazı gafiller farkında olmasa da İstanbul ve Ankara başta olmak üzere, çeşitli şehirlerimizde sokakları, meydanları işgale yeltenenler bunu gayet bilinçli olarak yapıyorlardı. Ama milletim de bunların karşısında durmasını bildi. Bizim net tavır koymamızla birlikte bu sinsi plan neticeye ulaşamadan bozuldu.
Hemen arkasından ikinci bir adım attılar. Neydi o? 17-25 Aralık Emniyet-Yargı darbe girişimi geldi, ikisi birlikte bunu yapmak istediler. Gezi’yi ‘ağaç yeşil meselesi’ olarak pazarlamaya kalkanlar bu darbe girişimini de ‘hukuk-adalet’ ambalajıyla millete yutturmaya çalıştılar. Hamdolsun milletimiz buna da itibar etmedi. Biz de arkadaşlarımızla birlikte hemen gerekli tedbirleri alıp Emniyet ve Yargı içindeki örgüt mensuplarını süratle tasfiye ederek bu darbe girişimini sonuçsuz bıraktık.
2014 Martında biliyorsunuz mahalli seçimler yapıldı ve bunların sonucunda milletimizin bu oyunu bozmasının tescilini gördük. Mahalli idareler seçimlerinde 2004 yılında yüzde 40, 2009 yılında yüzde 39 oy alan partim, 2014’te yüzde 46 ile rekor kırdı. Ardından da Cumhurbaşkanlığı seçiminde yüzde 52’yle bir kez daha milletimiz tarafından ibra edildik.
Değerli kardeşlerim;
Milletimizle el ele vererek her defasında bu oyunları bozduk; ama aynı zamanda bölgedeki gelişmeler de etkinlik kurma projelerimizi de sürekli ertelemek zorunda kaldık, bunlar bize zaman kaybettiriyordu. Gerek Suriye’de, gerekse Irak’ta, hatta buna Mısır ve Libya gibi yerleri de ilave etmek mümkün, Filistin’i ilave etmek mümkün, yaşanan gelişmelerin sonuçları bizim geleceğimizle doğrudan ilgilidir. Kimse bu hadiselere ‘o ülkelerin iç işleridir’ diye bakarak kendisini avutmasın, kandırmasın. Bölgemizde yaşanan her hadisenin bizimle doğrudan ilişkisi vardır.
Geçmişte Bulgaristan’daki, Yunanistan’daki, Makedonya’daki soydaşlarımız, Bosna’daki, Arnavutluk’taki, Kosova’daki kardeşlerimiz sıkıntıya düştüğünde, oralara ‘kendi iç işleridir’ deyip sırtımızı döndük mü, dönebilir miyiz? Ukrayna’da hadiseler başladığında Kırım’daki kardeşlerimizin sıkıntılarını ‘Ukrayna’yla Rusya’nın meseledir’ deyip görmezden geldik mi, gelebilir miyiz? Gürcistan’da çatışmalar yaşandığında, ‘bizi ilgilendirmez, kendi iç işleridir’ deyip kafamızı başka tarafa çevirdik mi, çevirebilir miyiz? Azerbaycanlı kardeşlerimiz Karabağ için gözyaşı dökerken, biz burada rahatımıza baktık mı, bakabilir miyiz? Aynı durum çok daha fazlasıyla, çok daha derinliğiyle Suriye için geçerlidir, Irak için geçerlidir, tüm Kuzey Afrika için, hatta aşağıya doğru tüm Afrika için geçerlidir.
İşte dün yine Devlet Başkanı eşiyle misafirimdi, buradan Çin’e geçerken burada kendileriyle oturduk bir öğle yemeği yedik ve biraz dertleştik. Ve Türkiye’ye bakışları tabi ki çok çok farklı; ama beklentileri de farklı. Öyleyse yükümüz ağır, bu işi bir kenara bırakamayız.
Bakınız, Avrupa ülkelerinde yabancı düşmanlığı yükseliyor, buna ilk ve en sert tepkiyi biz veriyoruz. Niçin? Çünkü oralarda 5 milyonu aşkın Türkiye kökenli veya ülkemiz vatandaşı insanımız yaşıyor. Hatta buna Türkistan gibi, Afganistan gibi, Orta Asya gibi uzak coğrafyalardan gelerek Avrupa’ya yerleşmiş kardeşlerimizi de ilave etmemiz gerekir, onların da haklarını, hukuklarını gözetmek, sıkıntılarına çözüm bulmak bizim vicdani görevimizdir. Üstelik Irak ve Suriye meselesini konuşurken vicdani duruşumuz yanında, tarihi ve hukuki haklarımızı da dikkate almak mecburiyetindeyiz.
Şimdi biz tarihi ve hukuki haklar deyince, Lozan deyince birileri çıkıyor, hemen ‘Sizin Irak’ın ve Suriye’nin topraklarında gözünüz mü var?’ diyor. Bugün bazı gazeteler baktım şunu söylüyor: ‘Erdoğan bir Misakı Milli dedi, ortalığı karıştırdı.’ Ben demedim, tarih bunu böyle kaydetti. Tarihin kaydığına girmiş olan böyle bir gerçeği biz unutacak mıyız? Bunları konuşmayacak mıyız? Bizim hiçbir ülkenin topraklarında gözümüz yok. Tam tersine biz bu ülkelerin topraklarında gözü olanlara, bu ülkelerde yaşayan kardeşlerimizi etnik ve mezhep esaslı ayrıştırmalarla yeni çatışmalara sürüklemek isteyenlere karşıyız, biz bunu yapmaya çalışıyoruz.
Her zaman söylediğim gibi, bizim fiziki sınırlarımız başkadır, ama gönül sınırlarımız bambaşkadır. Avrupa’dan Afrika’nın derinliklerine, Akdeniz’den Orta Asya’nın uçsuz, bucaksız bozkırlarına kadar tüm coğrafyalardaki kardeşlerimiz gönül sınırlarımız içindedir. Bizim için Balkanlar yüreğimizin bir yanı, Kafkaslar öte yanıdır. Hal böyleyken, ısrarla bizim Irak ve Suriye’deki gelişmelerin dışında kalmamızı isteyenlerin iyi niyetli olabilmesi mümkün müdür?
Binlerce, onbinlerce kilometre uzaklıktan geleceksin müdahale edeceksin, hakkım var diyeceksin. Neymiş? ‘Oradaki Merkezi Yönetim davet etti, çağırdı, onun için geldim.’ Tamam da, benim bir tarafta 911 kilometre sınırım var, öbür tarafta 350 kilometre sınırım var ve sınırlarım tehdit altında, yüzlerce insanım bu arada şehit oldu, öldü, ama ben diyeceğim ki, ‘elinizi, kolunuzu sallaya sallaya girebilirsiniz.’ Böyle bir şey olabilir mi? Ben Halep’i Gaziantep’ten, Haseki’yi Mardin’den, Musul’u Van’dan nasıl ayrı görebilirim? Böyle bir çarpık bakışın hesabını ne ecdadımıza, ne de torunlarımıza veremeyiz, bunu böyle bilesiniz.
Değerli kardeşlerim;
Buradan bir kez daha ifade edeyim, Türkiye Irak’ta ve Suriye’de yaşanan her gelişmenin içinde mutlaka yer alacaktır. Terör örgütlerine karşı verdikleri mücadelede gerekiyorsa diplomatik ve askeri gücümüzle de oralardaki kardeşlerimizin yanlarında bulunmakta kararlıyız. İşte Suriye’de varız, Özgür Suriye Ordusu mensuplarıyla birlikte Cerablus’tan başladık, Rai’den Dabık’a kadar indik, şimdi sırada El-Bab var. Birileri ısrarla Özgür Suriye Ordusu ve Türkiye’yi El-Bab’tan uzak tutmak istiyor. Tabii biz bu ısrarın geresindeki niyeti biliyoruz. Biz DEAŞ terör örgütüyle, PYD, YPG terör örgütleriyle bu mücadeleyi sürdüreceğiz. Bu çabanın gerisinde sınırlarımız boyunca oluşturulamayan terör koridorunu biraz aşağıdan da olsa tesis etme amacı var; biz buna rıza göstermeyeceğiz. Hatta en kısa sürede Münbiç’i PYD terör örgütünden temizlemekte kararlıyız. Ya çıkacaklar, terk edecekler, Fırat’ın ötesine doğuya gidecekler; gitmedikleri takdirde gereğini biz yapacağız.
Biz Amerikalı dostlarımıza söylüyoruz, DEAŞ’la mücadele mi? Gelin beraber yapalım, bizim ne PYD’ye, ne YPG’ye ihtiyacımız yok, bunu beraber yapabiliriz. Terör örgütünü niye yanımıza alıyoruz? Terör örgütünün iyisi-kötüsü olur mu? Eğer DEAŞ’a düşman diyorsanız, El-Nusra DEAŞ’a karşı savaşıyor. Ama siz El-Nusra’yı da o zaman terör örgütü ilan ediyorsunuz, bu nasıl bir iş? Bize göre hepsi terör örgütü, iyisi-kötüsü olur mu? Benim teröristim iyi, seninki kötü; böyle bir anlayış olamaz.
Bakınız, Kilis’ten Kırıkhan’a doğru uzanan bölgeden ülkemize yönelik tehditleri bertaraf etmek için gerekirse orayı da terör örgütlerinden temizlemeyi gündemimize aldık, alıyoruz. O bölgeden gelen teröristlerin ülkemizde eylem yapıp Suriye’ye kaçmasına göz mü yumacağız? Unutulmasın ki, bu mesele bizim için bir beka meselesidir. Artık terör örgütlerini güvenlik görevlilerimizin ve vatandaşlarımızın kanı, canı pahasına kendi sınırlarımız içinde kesinlikle karşılamayacağız. Ya ne yapacağız? Sorunu kaynağında çözeceğiz. Şu anda Suriye’de oluşturulmaya çalışılan her terör bölgesi bize yönelik doğrudan bir tehdittir. Bunun adı ister DEAŞ olsun, ister PYD olsun, ister PKK olsun, hangi isim olursa olsun fark etmez. Türkiye’nin gözünde hepsi de bir an önce kafaları ezilmeleri gereken terör örgütleridir.
Diğer yandan, Irak’ta da varız, daha etkin şekilde var olmayı sürdüreceğiz. Musul’daki, Kerkük’teki kardeşlerimizi yalnız bırakmayız. Bizim tarihi, kültürel birlikteliğimiz var, akrabalık bağlarımız var. Irak’ın göz göre göre bir mezhep savaşına itilmesine rıza göstermeyeceğiz.
DEAŞ İslam’ın Sünnilik yorumunu istismar ederek Müslümanları katletmişti. Şimdi Irak’ta İslam’ın bu noktada Şiilik yorumunun istismarı üzerinden yine Müslümanları katledecek başka terör örgütleri sahaya sürülmeye çalışılıyor; biz işte bu oyunu bozmak için mücadele ediyoruz. DEAŞ bahanesiyle bölgede 10 yılı aşkın süredir Müslüman kanı dökenlerin, şimdi aynı işi başka örgütler eliyle yürütülmesini istemiyoruz.
Değerli kardeşlerim;
Görüldüğü gibi Türkiye hem Suriye’de, hem Irak’ta etkin şekilde var olmak için geçerli her türlü gerekçeye sahiptir. Buna rağmen sürekli ithamlara maruz kalıyor, sürekli engellenmeye çalışılıyoruz. Peki soruyorum, DEAŞ operasyonunda yer alan diğer ülkelere bize çıkartılan engeller niçin çıkartılmıyor? Bunun cevabını versinler. Onlar binlerce, on binlerce kilometre öteden gelip Irak’ta ve Suriye’de söz sahibi olacak, Türkiye ise sınırdaşlarında böyle bir mücadelede söz sahibi olmayacak; böyle bir şey olabilir mi? Yok öyle yağma ya. Bu tezgah eski Türkiye’de işleyebilirdi, ama bugünkü Türkiye’nin böyle bir durumu kabul edebilmesi mümkün değildir.
Türkiye’yi 200 yıldır örseleyen, gerileten, adeta ölümü gösterip sıtmaya razı eden, hakkını arayamaz hale düşüren anlayışı, milletimiz 14 yıldır verdiği bu mücadeleyle, en son da 15 Temmuz’da nihai kararını ilan ederek tarihin karanlık sayfalarına gömmüştür. Bundan sonra gerekirse sahada göze-göz, dişe-diş mücadele vererek, gerekirse diplomasi masasına yumruğumuzu indirerek bu milletin hakkını, hukukunu, geleceğini koruyacağız. Şayet bunun bir bedeli varsa onu da ödeyeceğiz. Biliyoruz ki bu bedeli göze almazsak yarın çok daha büyüğünü önümüze koyacaklar.
Ha şimdi 15 Temmuz’la ilgili birkaç kelam etmem lazım. Son zamanlarda bir mağduriyet edebiyatıdır gidiyor. Değerli kardeşlerim, şu anda tutuklu olanlar mağdurmuş. İçlerinde istisnai olarak bazı mağdur olanlar olabilir. Ama şunu bilmenizi istiyorum ki aslı mağdur olanlar kimdir biliyor musunuz? Şimdi tabii yeni şehitler oldu, 246 şehidimiz var. Bunlar 15 Temmuz’un şehitleri. Yoksa şu anda Güneydoğu’da, Doğu’da oradaki mücadelede şehitlerimiz var, onları da ayrıca ifade ediyorum. Biliyorsunuz 2194 gazimiz vardı. Bu şehitlerimin aileleri mağdur değil mi? Bu gazilerimin aileleri mağdur değil mi? Benim milletim o gece yaşadıklarıyla bu mağduriyeti yaşamadı mı?
Kim ki bunlarla ilgili FETÖ terör örgütünün mensupları sebebiyle mağduriyet edebiyatı yapıyorsa, kusura bakmasınlar ihanet içindedir, bu kadar açık konuşuyorum. Kimse gelip de bu konuda bize akıl vermesin, o aklı kendilerine saklasınlar. Karısına, kocasına, evladına, bilmem nesine sahip olma, ha ondan sonra içeri girince, ‘benim evladım mağdur, benim kızım mağdur...’ Himmet toplantılarında bunca paraları toplayacaksın, ondan sonra bunları bir yerlere boca edeceksin; e, mağdur. Ne mağduru? Affedersiniz, ihanet şebekesi bir araya gelecek, bu ülkenin Cumhurbaşkanına küfretmeye varıncaya kadar her şeyi söyleyecek ve oralarda bunlar alkışlanacak; alkışlayanlar mağdur... Nasıl mağdur oluyor? Oradan içlerinden bir tanesi çıkıp da, ‘Sen ne diyorsun’ diyemiyor. ‘Sen bizim Cumhurbaşkanımıza nasıl böyle hakaret edersin’ diyemiyor. Bu Cumhurbaşkanı bu ülkede, evet, adeta vatandaşı için toprak olmuş bir Cumhurbaşkanı, sen kalkacaksın ona orada hakaret edeceksin.
Muhtar kardeşlerim;
Biz kula kul olmadık. Bunlar gittiler kula kul oldular, bunlar Feto’ya kul oldular, ‘o bize şahdamarımızdan daha yakın’ dediler. Bize şahdamarından daha yakın olan Allah’ımızdır. Kimmiş o Feto? Nasıl oluyor da bize şahdamarımızdan daha yakın oluyor? Bunlar şirk içindeler, bunlar küfür içindeler. Ve ondan sonra da hepsi kaçıp gidiyorlar. Niye kaçıp gittiniz? Haklıysanız hakkınızı arayın.
Kardeşlerim;
Kimse kusura bakmayın bu mağduriyet edebiyatını yapmasın. İster en yakınımdaki kardeşlerim, dostlarım olsun, ister farklı yerde olanlar, kim ki bu mağduriyet edebiyatını yapanların yanında yer alıyorsa çok ciddi bir sıkıntı içindedir, kendini şöyle bir teraziye çıkarıversin. Biz artık bunlardan bıktık. Çünkü ülkemin huzuru için biz bu kararlı duruşu sergilemek zorundayız ve bunu yapacağız.
Bakınız, Almanya Doğu-Batı birleşmesinde plan neydi biliyor musunuz? 2 milyon devlet görevlisini uzaklaştırmaktı. Sonunda 600 bin kişiyi devletten uzaklaştırdılar. Niye? Bugünkü Almanya’yı kurabilmek için. Bizim de ne gerekiyorsa o adımı atacağız, atmaya mecburuz. Hangi dairede? Hukuk dairesinde şu anda yargı çalışıyor. Şahsımı, ailemi öldürmeye gelenler, bizi kaçırmaya gelenler, daha sonra biliyorsunuz günler geçti ormanda yakalandılar. Ormanda onları yakalayan güvenlik güçlerimiz onları orada öldürebilirdi, bakın öldürmediler. Ne yaptılar? Aldılar tutukladılar, getirip polise teslim ettiler, ondan sonra da yargıya çıkardılar. Biz işin hukukunu bu denli koruyarak adımlarımızı atıyoruz. Cumhurbaşkanını öldürmeye geleni öldürmüyorlar, dikkat edin, tutukluyor, getirip yargıya teslim ediyor. Bu denli olayın hukukunu koruyan bir anlayışımız var. Biz nefsi hareket etmedik, hasbi hareket ettik. Bizim nefsimiz mesele değil, meselemiz millettir, meselemiz vatandır, buna dikkat ediyoruz.
Değerli kardeşlerim;
Irak ve Suriye meselesi başkaları için enerji meselesi olabilir, petrol meselesi olabilir, bölgesel çıkar meselesi olabilir, etkinlik alanını genişletme meselesi olabilir, bizim için bu mesele hayat-memat meselesidir. Yolumuza çıkanlara tavsiyem şu: Konuyu bu pencereden bir kez daha değerlendirmeleridir. Türkiye’yi terör örgütleriyle aynı kefeye koyanlar, aslında kendilerini de benzer bir mukayeseye tabi tuttuklarını unutmamalıdırlar. Arapların bir sözü var, ‘men dakka, dukka.’ Bugün bizim kapımızı çalanlar yarın da sizin kapınızı çalarlar, bunu unutmayın.
Bizim hiç kimseye karşı husumetimiz, önyargımız, kompleksimiz yok. Bize dost elini uzatan herkesin elini tutarız. İşte Balkanlar’daki, Orta Asya’daki, Güney Asya’daki, Afrika’daki nice dost ülkeler ve halkları... Bununla birlikte bize pençesini çıkartanların tırnaklarını sökmekten de çekinmeyiz, bunu da böyle bilmemizi isterim. İşte Çanakkale Savaşı, işte İstiklal Harbi, işte Kıbrıs, işte 15 Temmuz… Biz dostlukları çoğaltmanın, husumetleri azaltmanın peşindeyiz, aynı yaklaşıma sahip herkesle birlikte yol yürümeye sonuna kadar varız. Önümüzdeki günlerin Irak’taki ve Suriye’deki kardeşlerimiz için hayırlı gelişmelere vesile olmasını Allah’tan diliyorum.
Bu duygularla bir kez daha Cumhurbaşkanlığı Külliyesini, bu gazi mekanı teşrifleriniz için her birinize ayrı ayrı şükranlarımı sunuyorum. Biliyorsunuz, bu külliyenin etrafında 29 kişi şehit oldu, 36 kişi gazi oldu, bu Külliye onun için gazi Külliye oldu. Mahallelerinizdeki, köylerinizde kardeşlerime en kalbi muhabbetlerimi, selamlarımı iletmenizi rica ediyorum.
Biraz sonra yemekte tekrar birarada olacağız. Şimdilik sizleri sevgi, saygıyla selamlıyor, Allah yar ve yardımcınız olsun diyorum.