Çok değerli muhtarlarımız,
Kıymetli kardeşlerim;
Sizleri en kalbi duygularımla, hasretle, muhabbetle selamlıyorum. Cumhurbaşkanlığı Külliyesine, milletin evine hoş geldiniz.
Muhtarlar Toplantımızın 28’incisinde sizlerle birlikteyiz. Bugün de Batman, Bingöl, Burdur, Erzincan, Gaziantep, Giresun, İzmir, Kayseri, Konya, Manisa, Osmaniye, Sakarya, Sivas, Şanlıurfa, Yozgat ve Zonguldak illerimizden gelen siz kıymetli muhtarlarımızı misafir ediyoruz.
Sözlerimin hemen başında 19 Ekim Muhtarlar Gününüzü tebrik ediyorum. Bu önemli gün vesilesiyle 10 ayrı muhtarlar federasyonu ve bunların bağlı olduğu Türkiye Muhtarlar Konfederasyonu ile Türkiye Muhtarlar Federasyonunun temsilcileri de şu anda aramızda bulunuyor. Yine bugün en genç muhtarımız, en uzun süre görev yapan muhtarımız, aynı anda görev yapan karı-koca ve anne-oğul muhtarlarımız da bizlerle birlikteler. Sizlere de ayrıca hoş geldiniz diyorum.
Muhtarlarımız seçimle iş başına gelinen görevlerin ilk basamağı olarak demokrasinin temel taşlarıdır. Bir hizmete talip olarak milletin gönlünü kazanmanın, oyunu almanın ne demek olduğunu bilmeyenlere bu işi anlatmak gerçekten çok zor.
Malum olduğu üzere bir atanmışlar var, bir de seçilmişler. Aslında seçilmiş gibi görünenlerin bir kısmı da atanmış hükmündedir. Çünkü bunlar kendi bileklerinin hakkıyla değil, alavere-dalavereyle bulundukları yere gelmişlerdir. Öyle olduğu için de milleti, milletin tercihlerini, milletin değerlerini küçümserler. Halkın desteğini kazanmak için verilen mücadeleyi kendi akıllarınca önemsiz görürler. Halbuki bu kişilerin çoğu gerçek anlamda bir seçime girseler, belki evlerindeki eşlerinin, çocuklarının, kapı komşularının, mahallesindeki esnafın dahi oyunu alamayacak durumdalar.
Aynı şekilde millete hizmet etmek üzere belirli görevlere atanmışların da benzer yanlışlara kapıldıklarını görüyoruz. Müsteşar, genel müdür, vali, kaymakam, daire başkanından memuruna kadar atamayla gelen tüm kamu görevlileri devletin imkanlarıyla millete hizmet etmekle mükelleftir. İster seçilmiş olsun, ister atanmış herkes için üstlenilen görevlerin gereği olarak kendilerine tahsis edilen imkanlar birer emanettir. Asıl olan bu emaneti namus bilip korumak, görevinin gereklerini bihakkın yerine getirmektir.
Muhtarlarımızın seçildikleri mahallenin veya köyün emanetini üstlenmiş kişiler olarak bu bilinçle hareket ettiklerini çok iyi biliyorum. Biz de ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlendiğimiz günden beri ‘insanı yaşat ki devlet yaşasın’ ilkesini kamu yönetiminin tüm basamaklarında hakim kılmanın mücadelesi içindeyiz.
Kardeşlerim; milletine efendilik yapan değil hizmetkâr olan bir yönetim anlayışının yerleşmesi konusunda çok önemli bir mesafe kat ettiğimize inanıyorum.
15 Temmuz gecesi vatanına, bayrağına sahip çıkmak için yolları ve meydanları dolduran milletimiz işte bu anlayışla devletinin yanında yer almıştır. O gece darbecilerin karşısına dikilen kahraman vatandaşlarımız ancak istiklaline sahip çıkarsa güvenli bir geleceği olabileceğini biliyordu. İşte bunun için biz 15 Temmuz’a ikinci kurtuluş savaşımız diyoruz
Değerli kardeşlerim;
Kurtuluş Savaşımızı öncesiyle ve sonrasıyla çok iyi öğrenmek, çok iyi anlamak mecburiyetindeyiz. Onun için, dün Yükseköğretim Kurumunun yapmış olduğu toplantıda tüm rektörlerimize, rektör yardımcılarımıza, dekanlarımıza, profesörlerimize ve gençlerimize şunu ifade ettim, hocalarımızdan istirhamım şudur dedim: Tarihimizi yavrularımıza iyi öğretelim, çünkü bizi hep yalan söyleyen tarihle aldattılar. Öğrencilerimize, gençlerimize de kendi tarihlerini iyi öğrenmelerini tavsiye ettim. Malum son zamanlarda gündemde olan önce Lozan’ı ifade ederek gündeme düşürdüğümüz konu, ardından Misakı Milli konusu, işte bunlar hepsi bu sürecin nasıl yönetildiğini, bizlere nasıl bazı gerçekleri yanlış öğrettiklerinin en açık ifadesidir.
Gençlerimizin Lozan’ı incelemesi, araştırmasıyla, birileri rahatsız oluyor, varsın rahatsız olsun. Niye korkuyorsunuz? Tartışılsın, incelensin, kim ne demiş görülsün, doğru-yanlış bilelim. Yani ‘partimin kurucusu Lozan’da imzaya gitmiş veya imza atmış diye, bu doğrudur’, böyle bir mantık olamaz. Acaba doğru mudur, bu soruyu kendimize bir soralım. Yanlış diyenler varsa, niye yanlış diyor, bunu da soralım. Tek tipçi bir insan; biz böyle bir gençlik istemiyoruz. Sorgulayan bir gençlik istiyoruz, araştıran bir gençlik istiyoruz. Onun için sorguladığı, araştırdığı zaman hakikati yakalayacaktır. Ben gençliğimizi balarısı gibi görmek istiyorum, eşekarısı gibi değil. Ve o daldan dala, çiçekten çiğe dolaşsın ve gelsin o balı yapsın ki tüm insanlık ondan istifade etsin.
Arkadan Misakı Milli dedik değil mi? Şimdi Misakı Milli niye rahatsız ediyor? Misakı Milliyi gündeme getiren kim? Gazi Mustafa Kemal. Niye rahatsız oluyorsunuz? Bak biz rahatsız olmuyoruz. Misakı Milli batıdan doğruya nasıl başlıyor, burada bir tarih yok mu? Burada bu milletin geçmişi yok mu? Niye rahatsız oluyorsunuz? Rahatsız olmayın. Onun için de bunu da öğrenelim, bilelim, dün neydi, bugün ne? Ve bunu tabi birileri anlamak istemiyor, derdi başka, ama anlayanlar var hamdolsun. Ve ben bu noktada Sayın Bahçeli’nin dünkü konuşmasında da ifade ettiği gibi, kendisine teşekkür ediyorum. Çünkü siyasi hareketler de doğruda bütünleşmeyi ortaya koyduğu sürece bu millet kazanacaktır, bunu başarmamız lazım.
Şimdi bugün şöyle bir geriye dönüp baktığımızda manzara nedir? Osmanlı öylesine büyük, öylesine köklü bir devletti ki, bu devin yıkılış milletimiz üzerinde maddi ve manevi olarak derin yaralara yol açmıştır. 1914 yılında… Bakınız nereden nerelere geldik biz. Ah ah, acaba bunu gençliğimiz biliyor mu? 2,5 milyon kilometrekare olan topraklarımızın büyüklüğü 9 yıl sonra Lozan’ı imzaladığımızda, daha sonra topraklarımıza katılan Hatay’la birlikte 780 bin kilometrekareye düşmüştü. Bakın 2,5 milyondan 780 bin kilometrekareye, süre ne kadar dar.
Kurtuluş Savaşımıza girerken hedefimiz, Misakı Milli sınırlarımıza sahip çıkmaktı. Maalesef hem batı, hem de güney sınırlarımızda Misakı Milli hedeflerimizi koruyamadık. Dönemin şartları itibarıyla bu durumu mazur görenler, göstermeye çalışanlar olabilir, bu yaklaşımı bir yere kadar mazur görmek mümkündür. Asıl vahimi, zorunluluktan kaynaklanan bu durumu esas olarak kabul edip kendimizi tamamen bu kabuğun içine hapsetme anlayışıdır. Biz işte bu anlayışı reddediyoruz. Türkiye’yi 1923’ten beri böyle bir kısır döngüye hapsedenlerin amacı, coğrafyamızdaki bin yıllık varlığımızı, Selçuklu ve Osmanlı geçmişimizi bize unutturmaktır. Biz 780 bin kilometrekareye nelerden geldik biliyor musunuz? Şöyle bir geçmişe iyice bakarsak, 20 milyon kilometrekarelerden geldik.
2016 yılında 1923’ün psikolojisiyle hareket edemeyiz, bunda ısrar etmek ülkeye ve millete yapılacak en büyük haksızlıktır. Cumhuriyetimizi kurduğumuzdan beri dünyada her şey değişirken, biz o tarihteki konumumuzu korumayı kazanç olarak göremeyiz, çünkü biz Kurtuluş Savaşımızı ‘hattı müdafaa yoktur, sathı müdafaa vardır, o satıh tüm vatandır’ stratejisiyle kazanmış bir milletiz. İstiklalimizi bu anlayışla kazandığımız halde, bizi Cumhuriyet tarihimizin tamamını hattı müdafaayla geçirmeye zorlayan anlayışı geride bırakmak mecburiyetindeyiz. 93 yıldır başımıza ne geldiyse işte bu anlayıştan gelmiştir.
Nitekim şöyle bir geriye dönüp baktığımızda, sorun kapıyı çalmadan, bıçak kemiğe dayanmadan, gırtladığımıza kadar bataklığa gömülmeden harekete geçemediğimizi görüyoruz. Bunun için, dikkat ederseniz kapımız hiç boş kalmadı, rahat nefes aldığımız dönemimiz hiç olmadı ve her dönem bu tür bedeller ödedik. Siyasette büyük bedeller ödedik; darbelerle, muhtıralarla, vesayet yönetimleriyle çok zaman kaybettik. Ekonomide büyük bedeller ödedik; aynı kulvarda yarışa başladığımız ülkelerin fersah fersah maalesef gerisinde kaldık. İnsani olarak büyük bedeller ödedik, terörle mücadelede, kardeş kavgalarında binlerce evladımızı, genç nesillerimizi kaybettik, yitirdik. Artık bedel ödemek istemiyoruz.
Değerli kardeşlerim;
Burada, siz muhtarlarımın huzurunda ilan ediyorum: Türkiye artık bu yanlış güvenlik anlayışını terk etmiştir, bunu bitirmiştir. Bundan sonra sorunların kapımızı çalmasını beklemeyeceğiz. Bundan sonra bıçak kemiğe dayanana kadar sabretmeyeceğiz. Bundan sonra gırtlağımıza kadar bataklığa gömülmeye rıza göstermeyeceğiz. Artık sorunların üzerine biz gideceğiz. Terör sorunumuz mu var? Terör örgütlerinin gelip bize saldırmasını beklemeyeceğiz, bu örgütler nerede faaliyet gösteriyorsa, nerede yuvalanıyorsa gidip orada tepelerine tepelerine bineceğiz. Suriye’de, Irak’ta bize yönelik tehditler mi var? Bu tehditlerin sınırlarımıza dayanmasını beklemeyeceğiz, tehditleri kaynağında yok etmenin, çözmenin çaresine bakacağız. Sineklerle uğraşmak yerine, bataklığı kurutmanın yollarını bulacağız.
Bakınız Türkiye 30 yılı aşkın bir süredir PKK terör örgütüyle mücadele ediyor. Bu örgütün yaklaşık 40 bin mensubunu imha ettik, ama eylemlerini durduramadık, çünkü biz uzun yıllar PKK bize saldırdığında karşılık veriyorduk, bundan sonra ülke içinde ve dışında PKK’yı saklandığı inlerinde bulup bertaraf edeceğiz. Ülke içinde bunların yıllardır gizlendiği, saklandığı, eylem hazırlığı yaptığı yerleri tespit ettik. Birer-birer hepsini yok ediyoruz, edeceğiz. Bölücü örgüte destek veren, imkan sağlayan kim varsa hepsinin de kökünü kurutacağız. Bak şimdiden söylüyorum; biz kendilerini bulup yok etmeden nereye gideceklerse gitsinler, bak bu kadar açık söylüyorum. Aynı şekilde yurt dışında üslendiği yerlerde rahat nefes alabildikleri tek günleri olmayacak. Niye? O ülkelerin devlet başkanlarını da, hükümet başkanlarını da, hepsini bu konuda sürekli rahatsız edeceğiz, önlerine dosyaları koyacağız. Ne yaparlarsa yapsınlar, içeri mi atarlar, gereğini nasıl yapacaklarsa yapsınlar. Bize mi teslim ederler, ne yaparlarsa yapsınlar. DHKP-C ve benzeri örgütlerin mensuplarını harekete geçemeden inlerinde yakalayıp adalete teslim ediyoruz.
FETÖ ile de aynı şekilde mücadele ediyoruz. Bu ihanet çetesinin kamudaki sivil toplum kuruluşları içindeki, iş dünyasındaki tüm elemanlarını adım adım takip ediyoruz. Bu ülkede artık kimsenin yaptığı ihanet yanına kar kalmaz. Hiçbir terör örgütünü, hiçbir teröristi biz bu topraklarda barındırmayacağız. Ya imha olacaklar, ya teslim olacaklar ya da defolup gidecekler.
Değerli kardeşlerim;
Türkiye, Suriye ve Irak’ta yaşanan hadiseler karşısında da işte bu yeni güvenlik anlayışımıza uygun bir duruş sergiliyor. Yıllarca Suriye’de hem mazlum Suriye halkının mağduriyetini giderecek, hem ülkemizin sınırlarının güvenliğini sağlayacak bir çözüm bulunması için bekledik. Ama baktık ki biz bekledikçe sorunlar üzerimize geliyor. Bir yanda DEAŞ terör örgütü, diğer yanda PYD-YPG terör örgütü karşımızda bayrak sallamaya başlayınca anladık ki kimseden bize fayda yok, kendi göbeğimizi kendimiz kesmemiz gerekiyor.
Türkiye Cerablus Operasyonuna başlarken elbette diğer ilgili ülkelere bilgi verdi, ama kimseden izin almadı. İzin almak başka bir şey, bilgilendirmek başka bir şeydir. Özgür Suriye Ordusu mensuplarıyla birlikte bu operasyonu başlattık ve hamdolsun başarıyla yürütüyoruz. Suriye’de bizim iki ayda elde ettiğimiz netice, daha önce 4 yılda başarılamamıştı. Sahaya girince gördük ki; aslında Suriye’nin sorunu DEAŞ değil, ortada bir taktik ve strateji oyunu var. Suriye halkı bu oyunun kurbanı olarak seçilmiştir. Düşünebiliyor musunuz? 6 yılda 600 bini aşkın insanın canına mal olan bu oyunu bozan Türkiye’nin iki ay önce başlattığı hamle olmuştur.
İşte Cerablus, DEAŞ’tan temizlendi. 30 bine yakın Cerabluslu ne yaptı şimdi? Geldi Cerablus’a yerleşti. Aynı şekilde Rai, orası da DEAŞ’tan temizlendi. Şimdi oraya da Rai’nin halkı yerleşmeye başladı. Şimdi bunların meşhur kutsalları olarak dergilerinin ismi ve dergilerinde ifade ettikleri Dabık, bizim tarihimizde de Mercidabık diye geçen orası, aynen DEAŞ’tan boşaltıldı ve şimdi oraya da oranın sakinleri yerleşiyor. Ama şimdi birileri bize akıl veriyor. Ne diyorlar? ‘Dabık’a girdiniz, iyi, bundan dolayı tebrik ederiz, kutlarız; ama daha aşağıya gitmeyin.’ Daha aşağıda ne var? El-Bab var. Kusura bakmayın, biz oraya da gideceğiz. Niye gideceğiz? Çünkü bizim tehdidi altında olduğumuz yer çizgi olarak söylüyorum, Dabık’ta bitmiyor, El-Bab’ın da güneyine doğru iniyor. Ve oradan bizim Münbiç’i de koalisyon güçleriyle beraber kuşatma altına almamız lazım. Çünkü Münbiç yüzde 95 ile Arap'tır. Ama orayı kim işgal etmek istiyor? PYD ile YPG. Biz Amerikalılara dedik ki; ‘buradan bir defa PYD-YPG gidecek.’ Şimdi bakalım, söz verdiler. Tamam, giderse mesele yok. ‘Rakka’da beraber hareket edebilir miyiz?’ dediler. Dedik ki ederiz, çünkü Rakka DEAŞ’ın merkezi. Orayı da DEAŞ’tan temizleyelim, oraya da gerçek sahipleri gelsin yerleşsin, biz buna da varız.’
Fakat şu anda benzer bir senaryo bu defa mezhep çatışması çıkarmak üzere Musul’da sergileniyor. Kendi ülkesinin terör örgütlerinin cirit attığı bir yer haline getiren Bağdat Yönetiminin bu oyunun gerçek aktörü olmadığı gayet açıktır. Türkiye’nin Musul operasyonuna girmesini engellemeye çalışanlar, Suriye’deki oyunlarını bozmamızdan rahatsız olanlardır. İstiyorlar ki Türkiye yerinde otursun, olup bitenleri seyretsin, sonra da payına düşen bedel neyse onu ödesin. Çünkü daha önce aynı yöntemi mülteci krizi üzerinden denediler. Suriye ve Irak’tan ülkemize 3 milyon göçmeni yönlendirenler, bizim bu yükün altında ezileceğimizi sanıyorlardı. Sonuç bekledikleri gibi olmayınca, umutlarını terör örgütlerine bağladılar. DEAŞ da, PYD-YPG aynı amaca hizmet eden, aynı güçler tarafından desteklenen birer piyondan ibarettir. Türkiye içinde de PKK ile FETÖ bu senaryoda kendilerine düşen rolleri aynen oynuyorlar. Asıl mesele, bölgenin yeniden yapılandırılması meselesidir.
Bağdat Hükümeti ve Esad rejimi gibi yapılar ile terör örgütleri eliyle hayata geçirilmeye çalışılan bu proje, Türkiye’nin bekasını tehdit ediyor. Hiç kimsenin bu oyunda bize biçtiği role rıza göstermek zorunda değiliz. Türkiye olarak kendi planlarımızı uygulamaya başladık. İşte 3 milyon insan için şu ana kadar yaptığımız harcama, devletin resmi harcaması 13 milyar doların üzerinde. Bir o kadar da STK’lar, belediyeler, onların yaptığı harcama var, 26 milyar dolar. Bize Birleşmiş Milletler Mülteciler Konseyinden gelen destek 550 milyon dolar. Avrupa Birliğinden, ‘Size destek vereceğiz 3 milyar avro’ dediler ve hala verecekler. Gelen rakam, son nihai rakamı bilemiyorum, ama herhalde 200-300 milyon avrodan fazla değil. Çünkü Temmuz başı itibariyle bu para gelecekti. Bu para bize gelmiyor ha, mültecilere geliyor. Eğer biz şu kapıları bir açık tutsak bu mültecilerin gideceği yer neresi, Avrupa. Bundan çekindikleri korktukları için ‘tamam biz bunu vereceğiz’ dediler ama sözlerinde durmuyorlar. Fakat biz de bombaların altında bu insanları ne yapamayız dedik, bırakamayız. Kapıya geldikleri zaman kapıyı açıyoruz. 2 milyon 700 bin Suriyeliye bunu yaptık, 300 bin Iraklıya bunu yaptık.
Ey Irak yönetimi, bu 300 bin Iraklıyı kapısını açarak seni rahatlatan Türkiye değil mi? Başkaları yapmadı bunu biz yaptık. Onun için Türkiye’ye bir laf atarken, Türkiye’ye bir söz söylerken bunu düşüneceksin. Öyle bir dost bulamazsın. Sen bu dostluğu incittiğin takdirde kaybedersin. Onun için ne diyorum günlerdir? ‘Biz hem sahada olacağız, hem de masada olacağız.’ Ve bu yeni yaklaşımın gereği olarak da Musul meselesini Musul’da çözmek mecburiyetindeyiz. Şayet Musul’u feda edersek, mezhepçiliğe feda edersek sorunun kendi sınırlarımıza dayanmasını engelleyemeyiz.
Musullu kardeşlerimizle birlikte Kuzey Irak Yönetimi, hatta tüm bölge bu süreçten çok büyük zarar görecektir. Suriye’de hangi amaçla ve nasıl harekete geçtiysek, Musul için de aynı şekilde davranmakta kararlıyız. Çünkü Musul’un tamamı kahir ekseriyeti Arap Sünni ve bir miktar da Türkmen Sünni kardeşlerimiz var. Biz orayı kalkıp da farklı bir mezhebi anlayışa terk edemeyiz.
Biz burada Şia’nın düşmanı değiliz. Bu bir yorumdur; ama ben mezhepçiliğe karşıyım. Çünkü ben diyorum ki Şia ve Sünni; bunlar din değildir. Din, bunların üstünde dini mübini İslam’dır. Bizim için İslam tektir ve İslam ne emrediyorsa biz onu yaparız, diğerleri bir yorumdur. Şiiliği İslam’ın yerine koyarsan ben karşısında olurum, Sünniliği İslam’ın yerine koyarsan onun da karşısında olurum. Çünkü bizim için her şey tek din olan İslam’la noktalanmıştır, bunu bir defa bu şekilde kabule mecburuz.
Bölgede etkin olan ülkeler Türkiye’nin bu hakkını saygı göstermek mecburiyetindedir. Bizim 911 kilometre Suriye sınırımız var, 350 kilometre Irak sınırımız var. Biz burada sınırdaş olacağız, biz söz söylemeyeceğiz; sınır olmayan onlar istediği gibi kesecek biçecek, ondan sonra da elbiseyi yapacak… Yok böyle bir şey. Bu tavrımızın ne savaş çığırtkanlığıyla, ne Irak’ın egemenliğini ihlalle, ne de başka herhangi bir art niyetle ilgisi yoktur. Biz kendi istiklalimizi ve istikbalimizi korumak için mücadeleyi nerede yürütmemiz gerekiyorsa orada olmak istiyoruz. Şu anda bunun yeri Musul’dur, öyleyse biz Musul’da olacağız. Nitekim hava unsurlarımızın Musul Operasyonuna katılması konusunda Amerikalı askerlerle, generallerle bir mutabakata varıldı. İnşallah diğer konularda da en kısa sürede bir ilerleme sağlanacaktır.
Suriye’de ise El-Bab’a kadar inerek Münbiç’i tüm terör örgütlerinden temizleyerek 5 bin kilometrekarelik terörden arındırılmış bir güvenli bölge projemizi hayata geçirme konusunda önemli mesafe kat ettik. İnşallah bu meseleyi de en kısa sürede nihayete erdireceğiz.
Diğer taraftan, Halep’te dökülen her damla gözyaşı, yanan her yürek, yıkılan her ev bizim gönlümüzde açılan bir yaradır. Dün akşam Sayın Putin’le bir görüşmem oldu ve bu görüşmede Halep’i konuştuk. Saat 22 itibarıyla da orada hava bombardımanlarını durdurduklarını, durduracaklarını ifade ettiler. Ve El Nusra’nın orayı terk etmesi noktasında kendilerinin ricaları oldu. Arkadaşlarımıza bu konuda gerekli talimatı verdik, onlar da bu çalışmayı yapmak suretiyle El Nusra’yı Halep’ten çıkarma ve Halep halkının bu noktadaki huzurunu sağlamak için bir çalışmanın içerisinde olalım diye aramızda böyle bir mutabakatı görüştük.
Suriye’deki, Irak’taki, Balkanlar’daki, Kafkaslar’daki bütün yerler gibi Halep’i de kendimizden ayrı görmedik, göremeyiz. Halep’te yanan ateşi bir an önce söndürmek bizim oradaki kardeşlerimize olan borcumuzdur. Halep nerenin sınırı? Kilis, Gaziantep; öyle mi? Halep’te Allah göstermesin bir göç başlarsa nereden bakarsanız bakın en az 1 milyon insan Türkiye’ye gelecektir. Bunun bedelini kusura bakmayın da biz ödeyemeyiz. Bunu özellikle tahrik edenler, Türkiye’yle masaya oturup bunu konuşmak zorundadır. Suriye’deki çatışmalar bittiğinde Halep’i birlikte yeniden ayağa kaldıracağız.
Ah canım Halep, o güzel Halep ne hale geldi. O medeniyet şehri ne hale geldi, o tarih şehri ne hale geldi… Artık orada adeta taş taş üstünde değil. Şimdi video çekimlerini vesairelerini gördüğümüz zaman, Halep’i iyi bilen birisi olarak da hakikaten içimiz kan ağlıyor. İlk etapta geçici de olsa bir ateşkes tesis edilmesini önemli görüyoruz, müteakiben Halep’te kalıcı güveni ve huzuru sağlayacak adımların atılması için üzerimize düşenleri yapacağız.
Değerli kardeşlerim;
Ülkemiz içindeki PKK ve DEAŞ saldırılarının yoğunlaşması, FETÖ’nün hala diri tutulmaya çalışılması, Suriye’nin ardından Irak’ta da doğru yolda ilerlediğimizin işaretidir. Bu eylemleri teşvik edenler sanıyorlar ki, Türkiye de PKK, DEAŞ ve FETÖ’yle uğraşırsa bölgede hareket kabiliyeti kalmaz. 15 Temmuz’da da aynı hevese kapılmışlardı. Türk Ordusunun darbe girişimi sonrasında kendi içinde başlattığı temizlik çalışmaları sebebiyle operasyonel kabiliyetini yitirdiğini düşünüyorlardı. Darbe girişiminin üzerinden 40 gün geçmeden Cerablus Harekatını başlatarak böyle olmadığını onlara gösterdik.
Şimdi bizi PKK ve DEAŞ’la oyalayıp Musul’dan uzak tutmaya çalışıyorlar. Şimdi orada da biliyorsunuz PKK var, 3 bin tane teröristini oraya göndermiş. DEAŞ var, DEAŞ’ın sayısı hakkında çok çeşitli rivayetler var. Küresel iletişim ağları Batılı ülkelerin kontrolünde olduğu halde PKK da, DEAŞ da, FETÖ de inanılmaz etkin bir şekilde bu araçları kullanıyorlar. Halbuki, Batının kendi içinde tehdit oluşturan hiçbir örgütün, hiçbir akımın böyle bir şansı yok. Bu doğrultuda en küçük bir kıpırdanma gösterenlerin anında sesi kısılır, hareket alanı ortadan kaldırılır. Batılı ülkelerine yönelik eylem yapmış olan ve yapma hazırlıkları yürüten herhangi bir terörist nerede olursa olsun operasyona maruz kalır. Buna karşılık, mesela Türkiye’yi hedef alan terör eylemlerinin failleri Batı ülkelerinde ellerini kollarını sallayarak gezer, he türlü faaliyeti de yürütür. Şimdi tüm bu gerçekler ortadayken, bize söylenen yalanlara daha fazla tahammül gösterebilir miyiz?
Bizim geleceğimizi terör örgütleri eliyle biçimlendirebileceklerini sananlar yanılıyorlar. Tam tersine, terör silahının çok yakında onların ellerinde patlayacağını ve onların canlarını yakmaya başlayacağını biz biliyoruz. Bugüne kadar binlerce DEAŞ’lıyı sınır dışı eden, onbinlercesine ülkemize giriş yasağı koyan bir ülke olarak, bu konuda birikimimizi ve öngörülerimizi kimse yabana atmasın.
Türkiye’ye karşı PYD, YPG gibi terör örgütlerinin, Bağdat yönetimi gibi mezhep fanatiklerinin, Esad yönetimi gibi kendi halkını katledenlerin yanlarında yer alanları bir kez daha ikaz ediyorum: Yanlış yoldasınız, tutuşturmaya çalıştığınız ateş bizden çok sizi yakar. Bağdat yönetimi önce kendi ordusunun mezhebi yapısını lütfen kalksın da dünyaya bir açıklasın bakalım, yüzde kaçıyla hangi mezhepten oluşuyor? Bir defa burada yıllarca Sayın Maliki’ye bizzat Başbakanlığım döneminde söylediğim şeydir bu, ‘nüfusunuzdaki mezhebi oran neyse gelin şu ordunuzu buna göre oluşturun’ dediğimizde sesini çıkarmayanlar aynen bildiklerini okumaya devam ettiler.
Türkiye’nin kendi vatandaşlarının ve bölgedeki kardeşlerinin huzuru, güvenliği, esenliği dışında bir amacı yoktur. Bizi saf dışı bırakmayı amaçlayan her hamle, bölgenin yeni acılara sürüklenmesine yönelik atılan bir adım demektir. Demokrasi, özgürlükle, insan hakları gibi küresel değerlerin bölgemizdeki en önemli temsilcisi olan Türkiye’nin karşılaştığı bu tehditlerin sonuçları herkes için çok ağır olacaktır.
Biz ilişkilerimizde kalıcı tahribata yol açacak adımlar atmama konusunda fevkalade dikkatli davranıyoruz. Aynı hassasiyeti muhataplarımızdan da beklemenin hakkımız olduğuna inanıyoruz. Meseleyi ‘inceldiği yerden kopsun’ noktasına getirmedik, getirmek istemiyoruz. Ama yeni güvenlik anlayışımızın gereği olarak sorunları kapımıza dayanmadan çözmekte de kararlıyız. 2200 yılı aşkın devlet geleneğimizle, coğrafyamızdaki bin yılık varlığımızla, kadim medeniyet birikimimizle Allah’ın izniyle biz bu zorlukların üstesinden geliriz. Yarın her şey geride kaldığında, bu zor günlerde sıkıntılarımızın çözümünde bize destek olan dostlarımızı da, yollarımıza mayınlar döşeyenleri de unutmayacağız, o çukur açanları unutmayacağız.
Değerli kardeşlerim;
Bugün Bosna Hersek’in ilk Cumhurbaşkanı, büyük mücadele ve fikir adamı Aliya İzzetbegoviç’in 13’üncü vefat yıl dönümü. Kendisini bir kez daha rahmetle, hasretle, minnetle yad ediyorum, Allah’tan kendisine rahmet diliyorum.
Aliya’nın Bosnalı Müslümanların mücadelesine yaptığı liderlik, belki de Avrupa’nın ortasındaki en önemli İslam toplumunun hala ve inşallah ilelebet varlığını sürdürüyor olmasını sağlamıştır. Boşnakları maruz kaldıkları soykırıma rağmen mücadele için ayakta tutan, yönlendiren, önderlik eden bu büyük insanın hatırasını yaşatmak, her Müslümanın vazifesidir diye inanıyorum.
Bugün dünyanın çeşitli yerlerinde özgürlük ve onur mücadelesi veren Müslüman toplumların en büyük eksiği Aliya gibi bilge liderlere sahip olamayışlarıdır. Her insan gerektiğinde savaşabilir, askeri eğitim görmüşse nasıl savaşacağını da bilir. Ama zaferin yolu niçin savaştığınızı bilmekten geçer. Aliya gibi liderler insanlara niçin savaştıklarını öğretirler. Boşnakların katliama uğradıkları yerler sadece ve sadece silahlarını kendilerine verilen teminatlara güvenip uluslararası güçlere teslim ettikleri yerlerdir. Onun dışında Aliya’nın önderliğinde mücadele veren veya verilen hiçbir yerde böyle felaketler yaşanmamıştır.
Aliya’nın Saraybosna’daki Kovaçi Şehitliğinde bulunan gayet mütevazı mezarında ne yazıyor biliyor musunuz? Mezar taşında: “Her şeye kadir olan Allah’a yemin ederim ki köle olmayacağız.” Ve onlar köle olmadılar. Evet, bizlere düşen görev de, Aliya’nın vasiyetine uygun şekilde gerektiğinde ölümüne mücadele etmek, ama asla köle olmamaktır. Vefatının 13. seneyi devriyesinde bir kez daha bilge kral Aliya İzzetbegoviç’e Allah’tan rahmet diliyorum. Rabbim kendisini Cenneti ile cemaliyle müşerref kılsın diyorum.
Ve ey Aliya, unutma; Türkiye’de de öyle bir millet var ki 15 Temmuz gecesi onlar F16’ların karşısında, helikopterlerin karşısında, tankların karşısında, topların karşısında, silahların karşısında İstiklal Şairimizin ifade ettiği gibi “Arkadaş, yurdumu alçaklara uğratma sakın, siper et gövdeni dursun bu hayâsızca akın” dediler ve gövdelerini bu ağır silahlara, F16’lara siper ettiler, ama bu ülkeyi teslim etmediler.
Bu duygularla bir kez daha Cumhurbaşkanlığı Külliyesini, bu gazi mekanı teşrifleriniz için her birinize ayrı ayrı şükranlarımı sunuyorum. Mahallelerinizdeki, köylerinizdeki kardeşlerime en kalbi selamlarımı iletmenizi rica ediyorum. Biraz sonra yemekte de birlikte olacağız, şimdilik sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyor, Allah yar ve yardımcımız olsun diyorum. Kalın sağlıcakla.