19. Muhtarlar Toplantısı’nda Yaptıkları Konuşma

20.01.2016

Çok değerli muhtarlarımız,

Değerli kardeşlerim;

1 yıldır sürdürdüğümüz Muhtarlar Toplantımızın 19’uncusunda sizlerle birlikteyiz. Bugün de Adıyaman, Balıkesir, Bayburt, Bilecik, Çorum, Diyarbakır, Kastamonu, Malatya, Mersin ve Ordu illerimizden gelen siz kıymetli muhtarlarımızı misafir ediyoruz.

Muhtarlarımız milletimizin adeta kılcal damarlarıdır. Devlet ile millet arasındaki en yaygın ve en hassas etkileşim kanalı muhtarlarımız, yani sizlersiniz. Bu bakımdan sizlerin görüşleri, düşünceleri, hissiyatları bizim için çok önemlidir, çok değerlidir.

Birçok konuyu belki bulunduğunuz yerde çözemiyor olabilirsiniz, halledemiyor olabilirsiniz. Bundan dolayı İçişleri Bakanlığımızla koordineli bir şekilde sizlere dağıtılan bilgi formlarında bu eksiklikler nelerse bunları İçişleri Bakanlığımıza bu toplantılar vasıtasıyla ulaştıralım ve oradaki kurulmuş olan merkez bunları yerinden tüm bakanlıklarımızla takip etmek suretiyle sizlere yardımcı olsun istedik ve bu süreci böyle başlattık.

1 yılda 19 defa yaklaşık 400’er kişilik gruplar halinde muhtarlarımızla biraraya geldik, hasbihal ettik, dertleştik ve soframızı paylaştık. Birileri bu buluşmalarımızdan çok fena halde rahatsız oldu. Sizler gruplar halinde buraya, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin en üst temsil makamına, Cumhurbaşkanlığı’na geliyorsunuz ya, işte bu görüntü birilerini adeta çıldırtıyor.

Peki, cumhurun başı, devletin en üst yöneticisi olan, doğrudan milletin oyuyla göreve gelmiş Cumhurbaşkanı ile yine milletin oyuyla vazife üstlenmiş, devletin ülkedeki en yaygın temsil ağını oluşturan muhtarların muhabbeti kimi, niye rahatsız ediyor? Önceleri ima yoluyla eleştiriyorlardı, artık açıkça içlerindeki kini, nefreti, hasedi ortaya koyuyorlar.

Onların kafasındaki Cumhurbaşkanlığı makamı, sadece belirli günlerde resepsiyonların verildiği, Anayasa gereği zorunlu olan kararların, kararnamelerin, kanunların onaylandığı bir sırça köşk, öyle bakıyorlar.

Tek parti CHP’si dönemini anlatmak için sıkça kullanılan bir şey vardı, çok enteresan, çok güzeldir; ‘Halk plajlara hücum etti, vatandaş denize giremedi’; böyle bir örnek. Bunlar milletin öne çıktığı yerde kendilerinin esamisinin okunmayacağını bildikleri için muhtarların ve halkın her kesiminin Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nde ağırlanmasını hazmedemiyorlar. İstedikleri kadar debelensinler, çırpınsınlar.

Koskoca ülkeyi, koskoca milleti bir avuç kerameti kendinden menkul seçkinin, kendine aydın, akademisyen diyen lümpenin yönettiği eski Türkiye artık yok. Artık sözün de, yetkinin de milletin elinde olduğu yeni Türkiye’nin inşası sürecindeyiz.

Cem Karaca bu lümpen aydınlar için ne diyor biliyor musunuz? ‘Yarım porsiyon aydın’ diyor. Rahmetli çok bonkör davranmış, bugün aydın geçinenler değil yarım, çeyrek porsiyon kıymetinde dahi değil; istisnalar kaideyi bozmaz. Cem Karaca yarım porsiyon aydınlık isimli şarkısında bu güruhu şu şekilde anlatıyor: “Her zamanki köşenizde / Her zamanki barınızda / Önünüzde viski ve havuç / Ve bir eliniz çenenizde / Kaşınız hafifçe yukarıda, bakışlarınız ne kadar bilgiç / Hiçbir şey üretemeden sadece eleştirirsiniz. / Ekmeğin fiyatını bilmezsiniz / Ama ekonomik politika / Karılarınızı döverken siz / Ne kadar bilimselsiniz. / Hep o yarım porsiyon aydınlık / Aynı çehreler, aynı laflar, vallahi hiç değişmemişsiniz.”

Değerli kardeşlerim,

İşte bu lümpen aydın takımı geçtiğimiz günlerde bir kez daha boy gösterdi. Bu kez yüzlerindeki maskeyi biraz daha sıyırdılar. Gerçek yüzlerinin bir bölümünü çok açık gösterdiler. Esasen bu güruh, ülkemize ve milletimize, milletimizin tarihine, kültürüne, değerlerine olan kinlerini buldukları her fırsatta zaten kusuyorlardı. Yıllardır dolaylı yollardan yürüttükleri terör örgütünün propagandasını yayınladıkları bir bildiriyle bu defa açık bir şekilde alenen yaptılar.

Ama artık Türkiye eski Türkiye değil. Hem bu milletin birliğini, beraberliğini bozmaya çalışacaksınız, değerlerine hakaret edeceksiniz, hem de hiçbir bedel ödemeden elinizi kolunuzu sallayarak, üstelik devletten aldığınız maaşla veya sağladığınız kazançla hayatınızı sürdüreceksiniz, o günler geride kaldı.

Türkiye, Anayasasında da belirtildiği gibi demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletidir. Bir hukuk devleti olan Türkiye’de hiç kimsenin, kendilerine akademisyen diyenlerin de suç işleme, hele hele milletin birliğini, ülkenin bütünlüğünü hedef alan bir suçu işleme imtiyazı yoktur. Türkiye bölücü terör örgütüyle ve teröristlerle niye mücadele ediyor? Bizim Mehmedimiz, Mehmetçiklerimiz, polisimiz, polis yavrularımız, köy korucularımız, onlar şehit olacak, onları şehit edenlerin yanında-arkasında olanlara biz ses çıkarmayacağız öyle mi? Kimse bizden bunu beklemesin.

Terör örgütü mensupları söylediklerinde suç olan ifadeler kendilerine akademisyen diyenler tarafından ifade edilmesi halinde meşruiyet mi kazanır, böyle şey olabilir mi? Aynı durum siyasetçiler için de geçerlidir. Eğer siyasetçi de bunu yapıyorsa, o da aynı şekilde suç işliyor. Terör örgütünün sözcülüğünü yapan siyasetçi, terör örgütü mensubu gibi muamele görmeyi hak etmiş olmaz mı? Kimse hukuk önünde, bilhassa devletin ve milletin bekası söz konusu olduğunda asla layüsel değildir, dokunulmaz değildir. Siyasetçi dediğin, ülkeye ve millete yaptığı hizmetle değer kazanır, anlam kazanır. Siyasetçi millete efendi olmaya değil hizmetkâr olmaya gelirse değer kazanır.

Değerli kardeşlerim;

Bizdeki terör örgütü sevicisi siyasetçiler adeta ülkeye ve millete verdikleri zararla kendilerini ölçüyorlar. Akademisyen dediğin de eserleriyle, bilime yaptıkları katkılarla, özgün bilimsel çalışmalarıyla konuşur. Bu bildirici güruhun çoğunun uluslararası alanda hiçbir karşılığı yok. Ne ülkemize, ne insanlığa en küçük bir katkıları olduğunu göğsümüzü kabartan herhangi bir projeye imza attıklarını duymadık, görmedik. Velev ki atmış olsun, önemli olan şu anda böyle bir terör örgütünün yanında yer alıyor musun, almıyor musun, asıl ölçü bu. Sadece işte böyle kendi ülkesine ve milletine ihanet mahiyetindeki işlerde bunların adlarını işitiyoruz. Ülkemizde akademi dünyasının bu derece çoraklaşmasının, tüm gayretlerimize, teşviklerimize rağmen bu derece verimsiz hale gelmesinin sebebini bu tür vesilelerle çok daha iyi anlıyoruz.

Bunların ağababaları da öyleydi, Tanzimat’tan beri aynı yolun yolcusu olan bu kesimin tek vasfı, Osmanlı devrinde Osmanlı düşmanı olmak, Kurtuluş Savaşı’nda milli mücadeleye karşı olmak, Cumhuriyet döneminde de millet düşmanı olmaktır, bunların özellikleri bu. İsimler değişiyor, ama zihniyet aynı.

Şimdi ben bunları eleştiriyorum ya, hemen düşünce özgürlüğü diye feryada başlıyorlar. Siz eleştirince düşünce özgürlüğü, ben eleştirince düşünce özgürlüğüne saldırı, öyle mi? Bunlar sadece vicdansız değil, aynı zamanda kusura bakmasınlar ahlak yoksunu. Birazcık aydın namusu taşıyan, eleştirdiği kadar eleştirilmeyi de hazmeder. Birazcık ilkeli olan, ülkesinin ve milletinin karşı karşıya olduğu duruma bakarak safını ona göre belirler. Çünkü siz bu milletin sağladığı imkânlarla bu devletin okullarında eğitim görerek, bu devletin kurumlarında kariyer yaparak bugünlere geldiniz, şimdi millete ihanet ediyorsunuz. Halen de aynı imkânlarla hayatınızı sürdürüyorsunuz. Hiçbir şeye değilse bile yediğiniz ekmeğe, milletin size sağladığı imkâna saygınız olsun.

Şimdi buradan bu akademisyenlere ve onları destekleyenlere sormak istiyorum; siz Türkiye’nin birliğinden, beraberliğinden yana mısınız, değil misiniz? Önce bu soruya samimi bir cevap verin. Şayet ülkenin birliğinden yanaysanız, niçin vatandaşlarımıza hayatı zehir eden, güvenlik güçlerimize saldıran terör örgütünün jargonuyla konuşuyorsunuz? Akademisyene, aydına ciğeri beş para etmez bir terör örgütünün maşalığını yapmak yakışır mı? İmzaladığınız metnin mahiyetini bilmiyorsanız ayrı bir felaket, bilerek imza atıyorsanız ayrı bir felaket. Bunun adı eleştiri değil ki, bunun adı terör örgütü propagandası. Bunun böyle olduğunu da, hani akademisyen iseniz en iyi sizler biliyor olmalısınız.

Devlet evinin kapısında, penceresinde, damında, balkonunda, sokağında, mahallesinde, okulunda terör örgütünün her türlü baskısına, şiddetine maruz kalan vatandaşının yanında olmayacak mı? Bu soruya ‘ama’ ‘fakat’ demeden bir cevap vermenizi bekliyorum. Elbette bu güruhtan hakkaniyetli bir cevap gelmeyeceğini biliyorum, çünkü bunların kalpleri mühürlü. Milletimin bunların gerçek yüzünü görmesi için bu soruları soruyorum.

Değerli kardeşlerim;

Özellikle şöyle bir hastalıklı anlayış var; ‘ Terör örgütü sivilleri hedef almamalı, ama polise, askere, korucuya, kamu görevlilerine, kamu binalarına istediği gibi saldırabilir.’ Bunu söyleyenler de, bunu izhar edenler de, bu şekilde düşünenler de insanlıktan nasibini almamış aşağılın aşağısı kişilerdir.

Polis insan değil mi? Asker insan değil mi, korucu insan değil mi? Bunlar sizin hedef tahtanız mı? Bunların görevi ne? Bu ülkede senin can güvenliğini sağlamak, mal güvenliğini sağlamak, nesil güvenliğini sağlamak, akıl güvenliğini sağlamak; bunları yapıyor, bunun için çalışıyorlar. Sen şimdi kalkıyorsun, ‘siviller ölüyor-ölmüyor’ şeklinde bunların tefrikini, ayrımcılığını yapıyorsun. Ambulans şoförü, öğretmen, sağlık görevlisi, bunlar insan değil mi? Bunlar kime hizmet veriyorlar? Kimin can ve mal güvenliği için çalışıyorlar. Kimin eğitimi, sağlığı, hayat kalitesi için görev yapıyorlar?

Terör örgütünün kamu görevlilerine saldırmasına kendince akademik veya siyasi fetva veren, sivillerin öldürülmesini ise, ‘yapmasa iyi olur’ diyerek karşılayan bu zihniyetten, açık söylüyorum, tiksiniyorum. Herkes meşrebine, karakterine, şahsiyetine uyan işi yapacak. Bunlar içinde bulundukları ihanet çukurunda çırpınacak, bunu iyi bilelim. Biz de ülkemizin ve milletimizin geleceği için çalışacak, gayret edeceğiz.

Bölgede yaşayan kardeşlerimiz başta olmak üzere, milletin canı ve malıyla birlikte inancına, namusuna, geleceğine kasteden silahlı ve silahsız bu teröristlerin tamamını etkisiz hale getirene kadar mücadelemiz sürecektir. Emniyet mensuplarının oturduğu lojmana saldırıp 4 yaşındaki bir sabinin, bir yavrunun, öyle İstanbul’daki gibi propaganda amaçlı değil, gerçekten ekmek almaya giden 13 yaşındaki Fırat’ın ölümüne yol açanları savunanlar terör örgütünün katlettiği tüm masumların vebaline ortaktır.

Şu anda terör örgütünün o dağda yaşayanları var ya, onlar bütün yetkililere, başta şahsım olmak üzere ailemize varıncaya kadar her şeyimizi tehdit ediyorlar. Aynı şekilde yetkili mercilerdeki arkadaşlarımıza aynı tehdidi yapıyorlar, polislerimiz için, askerimiz için aynı şeyi söylüyorlar. Kardeşlerim, biz yola çıkarken bir şey söyledik; biz kefenimizi giydik ve yola öyle çıktık, ne olduğunu biliyoruz. Kudret ve kuvvet sahibi olan Allah’tır, bize tayin edilmiş olan hayat bellidir. O an geldiğinde emaneti sahibi alacaktır. Ama biz görevimizi yerine getireceğiz, bu millet huzur içinde, refah içinde yaşamalıdır, bunun için de gayretimizi göstereceğiz.

Bölücü terör örgütünün tek amacının efendilerinin kendine verdiği vazifeyi yerine getirmek, aldıkları taşeronluk ihalesini tamamlamak olduğunu çok iyi biliyoruz. Bunun için önümüzdeki süreçte ne bölücü terör örgütü, ne de onun güdümündeki parti ve diğer yapılar asla muhatap alınmayacaktır, o iş bitmiştir.

Onlar örgütüyle, milletvekilleriyle, belediyeleriyle yaptıklarının hesabını adalete verecekler, biz de milletimizle bölgeyi yeniden ayağa kaldıracağız. Güvenlik güçlerimiz bölgeyi teröristlerden tamamen temizledikten, kamu düzenini tesis ettikten sonra milletimizle, vatandaşlarımızla oturacağız bu meselenin kökten çözümü için yapılacakları kararlaştıracak ve hayata geçireceğiz.

İşte Sayın Başbakan yurt dışına çıkarken bir açıklama yaptı, ne dedi? Hakkâri ili şu andaki merkez yer değişecek, ne olacak? Yüksekova’ya taşınacak ve artık Hakkâri şehri Yüksekova’da yeniden tesis edilmiş olacak. Aynı şekilde Şırnak nereye gidecek? Cizre’ye geçecek ve artık Şırnak Cizre şehir olarak oluşacak ki onun altyapı çalışmaları sürdürülecek. Çünkü şehir yapılanmasına ne Hakkâri şu andaki yeri itibariyle müsaitti, ne de Şırnak. Zaten tarihine baktığınız zaman Şırnak’ın asıl şehir merkezi geçmişte tarih itibariyle Cizre’dir. Cizre bir tarihtir, o bölgede yaşayanlar bunu iyi bilir. Yüksekova, bir defa coğrafi yapı itibariyle şehir olmaya çok daha uygun, bu noktada altyapıya çok daha müsait bir yer. Temenni ediyorum ki atılacak bu adımla iki ilave şehir demiyorum, bu şehir kentsel bir dönüşüm-değişimle bu hale dönmüş olacak.

Artık önümüzde başka bir yöntem, başka bir yol haritası yoktur. Elinde silahı olan da, onu destekleyen de bu ihanetin bedelini ödeyecektir. Bu eylemlere karışanlardan her kim ki hemen pişman olur, gelir güvenlik kuvvetlerimize teslim olursa, devletimizin de, milletimizin de şefkatli kolları ona açıktır. Ama kimseye ilanihaye müsamaha gösterilemez.

Buradan terör örgütü içindeki gençlere sesleniyorum: Gelin, yol yakınken hatadan dönün. Biz sizi sokak köşelerinde, dağ başlarında, dere yataklarında cansız şekilde, cezaevinin parmakları arasında mahkûm olarak değil; ailenize, ülkenize, milletimize hayırlı evlatlar olarak görmek istiyoruz. Yüzünüzdeki kırmızı maskelerle değil alnınız açık olarak görmek istiyoruz. Elinize o tutuşturulan silahlarla değil bilgisayarlarla gezdiğinizi görmek istiyoruz ve oynanan bu oyuna gelmeyin, bu oyunu bozun.

Ve şunu buradan bugün açıkça söylüyorum: Sevgili milletim, sevgili Kürt kardeşlerim, bizim mücadelemiz Kürt kardeşlerimizle değildir, bizim mücadelemiz terörle ve teröristlerledir. Bakıyoruz ki dağdakiler ve o akademisyen geçinenler, müsveddeler bizim Kürt kardeşlerimizi öldürdüğümüzü söylüyorlar, ‘Devlet Kürtlere karşı katliam yapıyor’ diyorlar. Siz ne vicdansızsınız be. O Kürt kardeşlerimiz bizim kardeşimizdir ve bugüne kadar bunu hep ifade ettim. Kimsenin Kürt vatandaşlarımıza ‘kardeş’ demediği zamanda ben bir Başbakan olarak kardeşlerim dedim ve o bölgelere yıllar yıllı, on yıllarca hizmet gitmediği halde o bölgelere hizmeti biz götürdük. Havalimanlarından bölünmüş yollara varıncaya kadar, hastanelere, okullara varıncaya kadar, altyapı-üstyapı, bütün bu adımları atıncaya kadar hiçbir ayrıma tabi tutmadan bu adımları biz attık. Hala da atmaya devam ediyoruz, edeceğiz. Ve şu anda şu temizlik, şu operasyonlar bittikten sonra da hükümetimiz süratle bölgedeki şehirleşmeyi, bu kentsel dönüşüm-değişimi süratle ele almak suretiyle inşallah bu bölgedeki mevcut yapı Allah’ın izniyle o özgün mimariyle ele alınacak ve yapılacaktır.

Değerli kardeşlerim, terör örgütü bölgeye sadece kan, acı, gözyaşı aşağılanma ve ümitsiz bir istikbal sunabilir. Şunu da söyleyeyim: Benim Kürt kardeşlerimin temsilcisi bu terör örgütü olamaz. Terör örgütünün temsilcilerinin şu anda benim Kürt kardeşlerimle de yakından uzaktan alakası yoktur, onu da söyleyeyim. Öyle bir dertleri de yoktur, bunları da zaten uygulamalarda görüyoruz. Bunların kazandıkları belediyelerde, il, ilçe, belde, oraların ne halde olduğunu da görüyoruz, öyle mi? Hizmet diye bir şey var mı? Sadece bomba döşemek için hendek kazıyorlar. Atık su kanallarını açıyorlar mı? İçme suyu diye bir kanal açıyorlar mı, böyle bir şey var mı? Susuzluk var, başka bir şey yok. Devletin gönderdiği parayı dolaylı yollarla teröristlere, Kandil’e gönderiyorlar, yaptıkları bu.

Biz size 78 milyon vatandaşımızla, 780 bin kilometrekare vatan toprağımızla, 2023 hedeflerimizle, 2053 ve 2071 vizyonumuzla büyük, güçlü, müreffeh yeni Türkiye’yi teklif ediyoruz. Ne diyor istiklal şairimiz? “Bastığın yerleri 'toprak!' diyerek geçme, tanı: / Düşün altında binlerce kefensiz yatanı. / Sen şehit oğlusun, incitme, yazıktır, atanı. / Verme, dünyaları alsan da, bu cennet vatanı.”

Devam ediyor: “Kim bu cennet vatanın uğruna olmaz ki feda? / Şüheda fışkıracak toprağı sıksan, şüheda! / Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda, / Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.”

Mesele bu; bu topraklar öyle hüdayinabit, rastgele elde edilmedi, bu toprakların yoğrulmasında şüheda kanı var. Şehitlerimiz geliyor, üzüntülüyüz, ama onlar peygamberlik makamından sonraki en yüce makamda yerlerini alıyorlar. Bazı şehit babalarımızı aradığımda şu söyledikleri ifadeler bizim geleceğe yönelik umudumuzu çok arttırıyor: Diyorlar ki, ‘Sayın Cumhurbaşkanım, ben mutluyum, çünkü şehit babasıyım.’ Geçen gün Ordu’yla konuşuyorum;, ‘Bir oğlum daha var, o da polis ve o da şahadet makamına yönelik görevini yürütüyor.’ Sonra telefona o çıktı; ‘Cumhurbaşkanım, hiç kendinizi üzmeyin, biz bu mesleğe girerken buna inanarak girdik ve buna inanarak bu mücadelemizi sürdürüyoruz. Yeter ki siz bizim arkamızda dik durun, gerisine karışmayın.’ dedi. Şimdi mesele bu.

Ben de diyorum ki: Gelin incitmeyin atanızı yazıktır diyorum, dünyaları alsanız da vermeyin bu Cennet vatanı kimseye diyorum. Unutmayın ki, devletimizi kaybettiğimizde vatanımızı da, istiklalimizi de, istikbalimizi de kaybederiz. Vatanını, istiklalini kaybeden insanların başlarına neler geldiğini işte hep birlikte görüyoruz, yaşanan acılara, dramlara hep birlikte şahit oluyoruz. Biz, hiçbir güç milletimizi böyle elim bir duruma düşürmesin diye mücadele ediyoruz.

Türkiye’nin son 13 yılı geçmişin yanlışlarını, eksiklerini konuşmak, tartışmak, çözüm yolları bulmak, bunları hayata geçirmek bakımından herhalde hiçbir dönemle mukayese dahi edilemez. Çünkü dünya, Batı bu dönem için ‘Türkiye sessiz bir devrim gerçekleştirdi’ diyorlardı. Hizmetler konusunda da, her alanda Cumhuriyet döneminin tamamında yapılanların katbekat üzerinde yatırımlara imza atılmıştır. İnşallah 2023 yılına kadar demokraside ve kalkınmada ülkemizi çok daha üst seviyelere çıkartmak istiyoruz.

Kardeşlerim,

Başta yeni anayasa olmak üzere bu çerçevede yapılması gereken çalışmaları hassasiyetle takip ediyoruz. Bu yeni anayasa kapsamında bir başkanlık sistemini idari noktadaki değişim için gerçekleştirmenin gerekli olduğuna inanıyorum.

Küresel durgunluğa rağmen belirli düzeyin altına düşürmediğimiz ekonomik kalkınmayı hızlandırmaya yönelik bir çaba içindeyiz. Elde edilen her başarı 78 milyon vatandaşımızın tamamının hayat kalitesini yükseltiyor. Bu süreci baltalamaya çalışan hiç kimsenin, ne Kürt’ün, ne Türk’ün, ne de bu topraklarda yaşayan başka herhangi bir etnik unsurun dostu olması mümkün değildir.

Ülkemizde patlatılan her silah, her bomba, atılan her molotof, tahrip edilen her bina, sabote edilen her hizmet, Türkiye’nin işte bu hedeflere ulaşmasını engellemeye yöneliktir. Bu milletin inançlarına, değerlerine, kültürüne, tarihine yapılan her saldırı, bunların yerine ikame edilmeye çalışılan ideoloji kılıflı zırvalar, coğrafyamızın geleceğini tanzim amaçlıdır. Bu açık gerçeği görmek için sadece biraz vicdan, biraz izan, biraz feraset değerli kardeşlerim, yeterlidir.

Ben milletimin her bir ferdi gibi, bölgemizdeki kandırılmış gençlerimize, vatandaşlarımıza da güveniyorum, inanıyorum. İnşallah örgütün büyük bir hevesle beklediği bahar, milletçe yekvücut olarak bu musibeti bünyemizden tamamen söküp attığımız güzel günlerin müjdecisi olacaktır.

Değerli kardeşlerim,

Aslında söyleyene bakarak kesinlikle girmemem gereken bir tartışma var. Ama karşımdaki kişinin cevap vermediğimde kendisinin haklı olduğunu düşünecek ve hatta buna inanacak kadar cahil ve ahlaksız olduğunu bildiğim için mecburen temas etmek zorundayım. Çünkü bu bir değil, iki değil, üç değil, beş değil, on değil, sabır sabır sabır…

Ana muhalefet partisinin genel başkanı hem parti kongresinde, hem de grup toplantısında yine çirkin yüzünü göstermiş. Bu zat bir süredir şahsımla ilgili, ailemle ilgili ağzına da, kişiliğine de kesinlikle yakışmayan bir şekilde bir namus ve şeref edebiyatı tutturmuş gidiyor. Bundan kazandığım tazminatlar artarak devam ediyor, o ayrı mesele. Aslında kendisine bunun cevabını hiçbir şekilde karşılık veremeyeceği ve veremediği şekilde müteaddit defalar ifade ettim. Ama bazı insanlar vardır ya, hani yüzüne tükürsen yağmur yağıyor herhalde der, bu da işte böyle pişkin bir tip…

Cehaletin ve çirkefliğin biraraya toplandığı bir kişiliğe hiçbir sözün kâfi gelmediğini üzüntüyle görüyoruz. Bu defa sadece bana sataşmakla kalmamış, hakimleri, savcıları, Yüksek Seçim Kurulu’nu da hedef almış. Halkımızın güzel bir sözü vardır, nerede, ne zaman kime çatacağı belli olmayan kişiler için ‘serseri mayın’ gibi derler. Bu da öyle, serseri mayın gibi ne zaman kime bulaşacağı belli olmuyor.

Ve biliyorsunuz 1 Kasım seçimleri öncesinde de birileri, ‘Sayın Başbakan hükümeti kuramadı, öyleyse ana muhalefetin başbakanına bu görev verilmelidir’ diye yazıyorlar, çiziyorlardı. Ben de o zaman bir şey söylemiştim, ‘Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nin adresini bilmeyene benim verecek veyahut da kaybedecek zamanım yok’ demiştim.

Değerli kardeşlerim,

Bakınız neredeyse 2016 yılının Ocak ayını bitiriyoruz, bu zat hala geçtiğimiz yılın 7 Haziran’ının davasını güdüyor. Siyaset bilmediği belli, ama hesap da bilmiyor. Türkiye 1 Kasım’da yeniden seçimini yaptı ve yoluna devam ediyor. Üstelik bahsettiği konunun da ne anayasayla, ne yeminle, ne şununla, ne bununla bir ilgisi yok. 7 Haziran’da 400 demiştim, 1 Kasım’da 550 dedim. Türkiye’nin geleceği için güçlü bir parlamento yapısının oluşmasını temenni etmem bu zatı niye rahatsız etti acaba ben bunu anlamıyorum.

Tabii, mesele başka. Aslında bu zatın asıl karın ağrısını da ortaya dökerim; ama inanın bana ben bu konuları konuşmaktan hicap duyuyorum. Türkiye’nin bunca meselesi varken, çözüm bekleyen bunca sorunu, birlik ve beraberlik içinde üzerine gidilmesi gereken bunca sıkıntısı varken, bu namus ve şeref fukaraları için vakit harcamak bana zül geliyor.

İşte buyurun, teröristleri savunan birisi de bu değil mi, onların arkasında duran bu değil mi? Hangi namustan, hangi şereften bahsediyorsun sen? Bürokrat olmuş, başına getirildiği kurumu batırmış. Tarih dile geldi, televizyonlar gösterdi. SSK’yı batıran bu adam değil mi? Bu adam. Nice vatandaşlarımız bunun SSK’nın başında olduğu dönemde o hastanelerin odalarında ne halde olduklarını bilmiyor muyuz? Şu anda benim jenerasyon bunu çok iyi bilir, o hastanelerin hali neydi? İlacımızı alamıyorduk ilacımızı, hatırlayın o günleri. Ve affederseniz, odalara girmek mümkün değildi, koğuşlara girmek mümkün değildi. Bir hastanenin en önemli şeyi hijyendir, hijyen diye bir olay söz konusu değildi. Hijyen bizimle bu ülkede tanıştı, ondan önce yoktu.

Siyasetçi olmuş, başında bulunduğu partinin girdiği tüm seçimleri kaybetmesine yol açmış, partisini batırmış. Ana muhalefeti temsil etme şerefini elde etmiş, ülkenin de ve milletimin de geleceği için tek bir hayırlı sözü, tek bir hayırlı projesi, tek bir hayırlı hizmeti vaki değil. Bıraksanız var ya, memleketi batıracak. Yani neresinden tutsanız elinizde kalan bir zavallı…

Ne diyor Ziya Paşa: “Ayinesi iştir kişinin lafa bakılmaz, şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde.” Olay budur. Şimdi bunun herhangi bir eseri olmadığı için akıl derecesini ölçemiyoruz. Hatta akıl sağlığının yerinde olup olmadığını da bilmiyoruz. Hani insan mücadele ederken şöyle kendi sıkletine uygun birisi çıksın, o sıklete göre mücadele etsin der ya, bunun sıkleti de ölçülemiyor.

Söylediğiniz her sözün israf, yaptığınız her hamlenin enerji kaybı olduğu, teneke gürültüsü kabilinden boş konuşmanın dışında bir varlık gösteremeyen herhangi bir vasfı zaten olmayan birisine şimdi ne diyeyim ben?

Kendi geçmişinden utanan, terör örgütünü dahi şöyle kalpten gelen samimi bir buğz ile kınayamayan, partisi içindeki klikleri birbiriyle yarıştırmayı siyaset sanan bu zavallıyı ademe mahkûm ediyorum. Milletin zaten yok saydığı bu zatı ben niye adam yerine koyayım ki? Varsın kendi hiçliği, kendi cehaleti, kendi başarısızlıkları, kendi kifayetsizlikleri, kendi hakaretleri, küfürleri içinde çırpınsın dursun.

Yine Ziya Paşa’nın güzel bir terkibi var, ne diyor: “İnsana sadakat yaraşır görse de ikrah, yardımcıdır doğruların Hazreti Allah.” Hiçbir kötü, hiçbir iğrençlik bizi yolumuzdan alıkoyamadı, alıkoyamayacak. Çünkü biz, değerli kardeşlerim, doğru olduğumuza, bunun için de Allah’ın yardımcımız olduğuna inanıyoruz.

Allah’ımızla ilgili de bir açıklama yaptı, ona girmeyeceğim zaten. Gaf üstünde gaf yapıyor, gaf üstüne gaf yapıyor, çünkü bilerek, inanarak konuşmuyor. ‘Acaba şu ifadeyi nasıl kullanırsam aldatırım’; diye bunun gayreti içerisinde. Allah onları ıslah etsin, bizim yar ve yardımcımız olsun inşallah.

Bu düşüncelerle bir kez daha Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ni, milletin evini teşrifiniz için her birinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Mahallelerinizdeki, köylerinizdeki her bir kardeşime selamlarımı, saygılarımı, muhabbetlerimi iletmenizi rica ediyorum.