Değerli büyükelçiler,
Kıymetli misafirler,
Hanımefendiler, beyefendiler;
Sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.
Yurt dışında ve merkezde görevli büyükelçilerimizin katılımıyla düzenlenen 8. Büyükelçiler Konferansı vesilesiyle sizlerle biraraya gelmenin memnuniyeti içerisindeyim. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne, milletin evine hoş geldiniz.
Dışişleri Teşkilatımızın önemli bir geleneğine dönüşen Büyükelçiler Konferansı’nın bu yılkı toplantısının hayırlı olmasını diliyorum.
Sözlerimin hemen başında İstanbul’da Sultanahmet Meydanı’nda meydana gelen ve Suriye kökenli bir canlı bomba saldırısı olduğu değerlendirilen terör olayını esefle kınadığımı belirtmek istiyorum. Şu anda bu terör eyleminde yerli ve yabancı 10 kadar ölümüz, 15 kadar yaralı var. Bunlar, öyle zannediyorum şöyle yarım saat, 1 saat içerisinde açıklanacak. Ve ben patlamada hayatını kaybedenlere Allah’tan rahmet, yaralananlara acil şifalar diliyorum.
Bu hadise bir kez daha millet olarak terör karşısında, terör örgütleri karşısında tek yürek, tek vücut olmamız gerektiğini göstermiştir. Türkiye’nin terörle mücadele konusundaki kararlı ve ilkeli duruşu sonuna kadar devam edecektir.
Bizim için DAEŞ’le PKK’nın, PYD’nin, YPG’nin, DHKP-C’nin, MLKP’nin, velhasıl adı veya kısaltması ne olursa olsun, bütün terör örgütlerinin bir diğerinden farkı yoktur. Dikkat ederseniz, bu bölgede faaliyet gösteren tüm terör örgütlerinin ilk hedefi Türkiye’dir, çünkü Türkiye ayrım yapmaksızın bunların tamamına karşı aynı şekilde yaklaşmakta, aynı kararlılıkla mücadele yürütmektedir.
Buradan açıkça soruyorum, dünyada DAEŞ denilen terör örgütüyle Türkiye’den daha kararlı bir şekilde mücadele yürüten ve bizim kadar bedel ödeyen başka bir ülke var mıdır? Aynı şekilde bölücü terör örgütüyle mücadelemizi de kararlılıkla ve fedakârlıkla yürütüyoruz, ama bunu bile anlamamakta direnen birileri var, ülkeler de var. Bu çerçevede siz kıymetli büyükelçilerimizden de bölücü terör örgütünün faaliyetleri hususunda teyakkuz halinde bulunmanızı özellikle bekliyoruz.
Başta Avrupa ülkeleri olmak üzere terör örgütü ve müzahir kuruluşlarının etkinliği olan yerlerde biz de devlet olarak çok daha güçlü bir çalışma ortaya koymak mecburiyetindeyiz. Meydanı terör örgütüne, bölücülere, yıkıcılara bırakmamalıyız. Dünyanın pek çok ülkesinde terör örgütleri konusunda ikircikli bir tavır ortaya konduğunu görüyoruz, biliyoruz. Bunlar sizler tarafından da yakından bilinen, takip edilen konular. Buna rağmen, bölücü terör örgütünün gerçek yüzünü göstererek söz konusu ülkelerin kamuoylarına hakikati anlamaktan bizi alıkoyacak bir şey yoktur. Bu konuda sizler elimiz, ayağımız, gözümüz, kulağımız, her şeyimizsiniz.
Tabi bu çerçevede ülkemiz içinde ortaya çıkan zorlukların da farkındayız. Kendilerine güya akademisyen ve araştırmacı unvanı yakıştırmış bir güruh çıkıyor, terör örgütünün eylemlerine karşı vatandaşlarını ve topraklarını savunan devletimize dil uzatıyor. Neymiş efendim, ‘hak ve özgürlükler ihlal ediliyor’muş.
Evet, terör örgütünün eylemleri yüzünden bölgede yaşayan milyonlarca vatandaşımızın hak ve özgürlükleri ihlal ediliyor, ama bu ihlali yapan devlet değil, terör örgütünün ta kendisidir. Sokakları kazıp hendeklerle, barikatlarla kapatan, tuzaklayan terör örgütüdür. Yollara, köprülere, menfezlere bombalar döşeyerek insanımızın seyahat özgürlüğünü engelleyen terör örgütüdür. Okulları, hastaneleri, camileri, kütüphaneleri, evleri, iş yerlerini yakarak, ambulansları, itfaiye araçlarını, özel araçları kurşunlayarak vatandaşımıza hayatını zehir eden terör örgütüdür. Evlerin duvarlarını delip insanların yatak odalarından geçen tüneller açarak vatandaşımızın hak ve özgürlüklerini ihlal eden yine terör örgütüdür.
Tüm bu gerçeklere rağmen, kendilerine akademisyen diyen güruh, bildiri yayınlayıp devleti suçluyor, sadece bununla da kalmıyor gelişmeleri takip etmek üzere yabancıları ülkemize davet ediyorlar. Bunun adı müstemleke zihniyetidir, bunun adı mandacılıktır.
Türkiye bu zihniyetin ihanetiyle yüz yıl öncede karşılaştı, o zaman da bu ülkeyi ancak yabancıların düzeltebileceğine inanan ve kendilerine yine aydın diyen mandacı bir güruh vardı. Milletimiz Kurtuluş Savaşı’nı zaferle sonuçlandırıp istiklalini kazanarak bunlara hak ettikleri cevabı vermişti. Ama maalesef Cumhuriyetimizi kurduktan sonra bu müstemlekecilerin gelip yine köşe başlarını tuttuklarını gördük.
Bugün de üstelik çoğu maaşını devletten alan, cebinde bu devletin kimliğini, pasaportunu taşıyan, ülke ortalamasının oldukça üzerinde bir refah seviyesine sahip sözde aydınların ihanetiyle karşı karşıyayız.
Buradan huzurlarınızda tüm Türkiye’ye, tüm dünyaya şu mesajı vermek istiyorum: Türkiye’nin Kürt vatandaşlarıyla hiçbir sorunu yoktur, yani Türkiye’de Kürt sorunu diye bir mesele yoktur. Her kesim gibi Kürt kardeşlerimizin kendilerine, yaşadıkları yerlere mahsus sıkıntıları olabilir, bunları oturur kedileriyle konuşur çözeriz.
Bizler şu 14 sene içerisinde Güneydoğu ve Doğu’ya batıda ne varsa bunları taşımış, götürmüş bir iktidarız. Bugün Türkiye’nin sorunu dünyada pek çok ülkenin de bizar olduğu terör sorunudur; Kürt sorunu değildir, kendimizi aldatmayalım, bunu çok iyi anlatmamız lazım.
Ama bu aydın müsveddeleri ne yazık ki kalkıp devletin bir katliam yaptığından bahsediyor. Ey aydın müsveddeleri, siz karanlıksınız karanlık, aydın filan değilsiniz. Sizler ne Güneydoğu’yu, ne Doğu’yu, buraların adresini bilemeyecek kadar karanlıksınız ve cahilsiniz. Ama oraları bizler kendi evimizin yolu gibi, adresi gibi çok iyi biliriz. Eğer bugün Güneydoğu’nun her yanına havalimanları gitmişse, üniversiteler gitmişse, camileriyle, okullarıyla, bölünmüş yollarıyla bütün bu bölge zengin bir hale gelmişse, bu bizim Güneydoğu’ya, Doğu’ya, oradaki Kürt kardeşlerimize ne denli değer verdiğimizin ifadesidir.
Peki, terör örgütü ne yapmıştır? Bakın şu anda evler boşaltılıyor ve bu evlere ne yazık ki bunlar evler arasında tüneller kazımak suretiyle oralarda bu terörü estirdiler. Hiçbirisi Yasin Börü’yü konuşmuyor. Ne yapıyordu bunlar? Kurban eti dağıtıyorlardı. 3’üncü kattan aşağı atmak, sonra da arabayla üzerinden geçmek suretiyle onu maalesef şehit ettiler. 6-7-8 Ekim tarihlerinde olan olayların faili kim? Bütün Kürt kardeşlerimizi sokağa dökmek suretiyle orada 50 kişinin ölümüne sebep olan kim? Neredeydiniz aydınlar, sözde aydınlar, sesiniz çıktı mı, kalkıp da bunu lanetlediniz mi? Sorunun bir tarafında millet ve devlet vardır, diğer tarafında elinde silahıyla, bombasıyla, molotofuyla teröristler vardır.
Sözde akademisyenler bildirisine imza atan, isimleri bizden, ama zihinleri bize yabancı tipleri bir kenara bırakıyorum, sizden de şimdi bu konuda özellikle bir gayret istiyorum. Bu şekilde düşünen yabancı akademisyenlere benim bir teklifim var, ben kendilerini Türkiye’ye davet ediyorum. Buyursunlar Türkiye’ye gelsinler, öyle kuru kuruya imza atmakla olmaz, gel Türkiye’ye. A’dan Z’ye, Güneydoğu’da, Doğu’da, bütün bu bölgelerde ne oluyor, ne bitiyor, bunları müdellel olarak biz kendilerine anlatmaya hazırız. Türkiye’deki sorunun devlet tarafından hukukun çiğnenmesi mi, yoksa terör örgütünün vatandaşlarımızın hak ve özgürlüklerini gasp etmesi mi olduğunu gelsinler kendi gözleriyle bizzat görsünler.
Mesela Amerika Birleşik Devletleri Büyükelçimiz daha önce de Türkiye’nin terör örgütüne yönelik operasyonlarıyla ilgili açıklama yapan Chomsky’i davet etsin, kendisini bölgede misafir edelim. Ggerçekleri, bu akademisyen sıfatlı beşinci kol elemanları aracılığıyla değil, kendi gözleriyle görsün. Diğer ülkelerdeki bu şekilde düşünen gönlü ve zihni açık akademisyenleri de çağıralım, ülkemize gelsinler bölgeyi gezdirelim. Dünya kamuoyuna gerçekleri bu şekilde çok daha doğru ve etkin şekilde aktarabileceğimize inanıyorum.
Türkiye açısından terör meselesi, ortadan konuşulacak, ortadan yürünecek bir mesele değildir. Bu konuda ya milletin ve devletin yanında olursunuz ya da teröristin ve terör örgütünün yanında olursunuz. Ülkemizde veya dünyada teröristleri söylemlerine, inançlarına, kimliklerine, kökenlerine göre ayıran herkes doğrudan teröre destek olmaktadır. Güvenlik güçlerimizin bölgede yürüttükleri operasyonlar her şeyden önce Kürt kardeşlerimizin hayatını ve geleceğini güvence altına alma amacına yöneliktir.
Ne bölücü terör örgütü, ne onun güdümündeki siyasi parti, ne aynı çizgide duran sözde sivil toplum kuruluşları, ne de işte bu son bildiride olduğu gibi kendilerine akademisyen diyen güruh türünden kesimler Türkiye’nin muhatabı değildir, olmayacaklardır. Muhatabımız sadece ve sadece milletimizdir. Bizim için terör örgütü mensupları neyse, onların ağzıyla konuşanlar da aynıdır.
Türkiye, son terörist silahını bırakana veya etkisiz hale getirilene, terör örgütü tamamen çökertilene kadar bu mücadeleyi sürdürecektir. Bizim bu sözde akademisyenlerden izin alacak halimiz yok. Hukukumuzda da böyle bir kaide yok, bunu herkesi çok iyi bilmesi lazım. Bunların haddini de bilmesi lazım. Biz bu ülkede 78 milyonun can güvenliğini, mal güvenliğini korumakla mükellefiz, devletin görevi budur. Bunu da Silahlı Kuvvetlerimizle, polisimizle, geçici gönüllü köy korucularımızla birlikte yürütüyoruz.
Sizlerden görev yatığınız ülkelerdeki muhataplarınıza bu gerçeği tüm çıplaklığıyla anlatmanızı ve terörle mücadelemize destek sağlamanızı özellikle bekliyorum.
Buradan Hükümetimize, bakanlıklarımıza, ilgili tüm kurumlarımıza çağrıda bulunuyorum: Bu devletin ekmeğini yiyip de bu devlete düşmanlık eden herkes hiç vakit kaybedilmeksizin en kısa sürede hak ettiği cezaya çarptırılmalıdır. Ne okulda, ne hastanede, ne adliyede, ne emniyette, ne maliyede, ne tarımda, hiçbir kurumumuzda ülkesinin bütünlüğüne, milletinin birliğine karşı tavır içinde olan kamu çalışanı olamaz. Böyle bir duruma kesinlikle müsaade edemeyiz. Bu, şahsımla birlikte milletimin de hissiyatıdır. Tüm ilgili kurumlarımızı bu konuda hassas olmaya ve görevlerini yerine getirmeye davet ediyorum.
Değerli arkadaşlar,
Bu seneki Büyükelçiler Konferansı’nın temasının ‘Kriz yönetimi: İnsani çözümler’ olarak belirlenmiş olmasını oldukça isabetli buldum. Krizler dünyanın hemen her bölgesinde günlük hayatın bir parçası haline dönüştü. Bu durum insani yaklaşımlar ve inisiyatiflere duyulan ihtiyacı daha da arttırıyor.
Ülkemiz bir yandan kendi sorunlarıyla mücadele ederken, diğer yandan da çevresinde yaşanan insani krizler karşısında ilkeli bir tavır ortaya koymanın çabası içindedir. Özellikle bölgemizde yaşanan hadiseler karşısında ülkemizin tavrı diğer devletlerden farklıdır, farklı olmak zorundadır.
Bizim asırlar boyunca birlikte yaşadığımız, ortak tarih, kültür ve medeniyet değerlerine sahip olduğumuz kardeşlerimize karşı sorumluluklarımız var. Bölgemizdeki hiçbir ülke bizim için devletlerden bir devlet, hiçbir toplum da milletlerden bir millet değildir.
Bizim bölgeye bakışımız asla ekonomik, askeri ve jeopolitik çıkarlar ya da güncel gelişmelerle sınırlı olamaz. Esasen bizim kültür ve medeniyet anlayışımız tüm dünyaya aynı şekilde bakmamızı gerektiriyor, böyle de yapıyoruz. Güney Amerika’daki, Asya’nın ve Afrika’nın ücra köşelerindeki çabalarımızın öncelikli sebebi işte bu anlayıştır. Bulunduğu yerde Türkiye’yi temsil eden her bir büyükelçi arkadaşımın da aynı heyecanla, aynı vizyonla işine dört elle sarılmasını bekliyorum.
Kendinizi sadece bürokratik tanımlarla ve misyonla sınırlarsanız, bana göre görevini eksik yapmış olursunuz. Sizden asıl beklentimiz, Türkiye’nin bu tarih, kültür ve medeniyet vizyonunu hayata geçirmeniz, bu yönde kayda değer çalışmalar ortaya koymanızdır. Siz sıradan bir büyükelçi değilsiniz, siz bir tarihsiniz ve o tarihi adeta geleceğe taşıyacak varislerisiniz. Bizim için insani değerleri savunmak, herhangi bir politikanın aracı veya kılıfı değildir. Bu tavır binlerce yıllık devlet geleneğimizin ve mensubu olduğumuz milletin hasletlerinin bir gereğidir. Çünkü Afrika’da açlıktan bir deri bir kemik kalmış çocuğa baktığımızda, biz kendi evladımızı görürüz, böyle bir empatiyle meseleye yaklaşırız.
Ey sözde aydınlar, şu anda Madaya’da olanlara siz bugüne kadar ses çıkarttınız mı? Onun için kampanyalar düzenlediniz mi? Onun için bir tane imza attınız mı? Hayır. Suriye’de terör örgütlerinin, rejimin ve onu destekleyen devletlerin saldırıları sonucu evlerinde, okullarında, pazar yerlerinde ekmek almak için sıra beklediği fırının önünde katledilen masumların acısını kendi yakınımızı kaybetmişçesine biz yüreğimizde hissederiz.
Balkanlar’daki, Kafkaslar’daki, Ortadoğu’daki, Kuzey Afrika’daki şehirlerde, köylerde zor şartlarda hayatlarını sürdüren kardeşlerimizin ülkemizin bayrağını gördüklerinde, adını işittiklerinde duydukları heyecanın sebebini çok iyi anlamalıyız. Burada herhangi bir çıkar, herhangi bir istismar, her hangi bir istiskal değil, sadece ve sadece ‘Yaratılanı Yaratandan ötürü sevme’ anlayışına dayalı samimi bir ilişki söz konusudur.
Türkiye’nin insani değerler diplomasisinin gerisindeki bu tarihi ve manevi dinamik anlaşılmadan yaptıklarımız ve yapmak istediklerimizi doğru şekilde kavranamaz. Hamdolsun, bugün Türkiye dünyada en fazla resmi kalkınma yardımı yapan ülkelerden biri haline gelmiştir. Hatta milli gelirimize oranla bakıldığında dünyada en fazla insani yardım yapan ülke durumundayız, birinci sıradayız.
Türkiye bu, sıradan bir ülke değiliz. Dünün yardım alan, yardım isteyen Türkiye’si, bugün yardım yapmada dünyada en zengin ülkeleri geride bırakan devlet haline geldi. 2015 yılında ülkemizin yaptığı uluslararası insani yardım rakamının 5 milyar doları bulmasını bekliyoruz. Ne mutlu bize, Rabbime hamdolsun bugünleri gördük.
Aynı şekilde Birleşmiş Milletler gibi, İnsani Eşgüdüm Ofisi gibi, Dünyada Gıda Programı gibi, Kalkınma Fonu gibi örgütlere en fazla katkı sağlayan ülkeler arasında Türkiye’ye yer alıyor. TİKA, AFAD, Kızılay ve ilgili tüm diğer kuruluşlarımız, başta doğal afetler olmak üzere tüm insani krizler karşısında dünyanın her köşesinde operasyon gerçekleştirebiliyor.
Tüm bu çalışmaları yardım elini uzattığımız insanların kim olduğuna, dinine, kimliğine, meşrebine bakmadan kapsayıcı ve kucaklaşıcı bir yaklaşımla sürdürüyoruz. Aynı şekilde insanlığın karşı karşıya olduğu sorunlara sürdürülebilir çözümler bulunması yönünde sergilediğimiz o ilkeli tutumu kararlılıkla devam ettireceğiz. Bu kapsamda Birleşmiş Milletler’in, özellikle de Güvenlik Konseyi’nin daha kapsayıcı ve etkin bir yapıya kavuşmasına yönelik reform çağrılarımızı güçlü bir şekilde seslendirmeyi sürdüreceğiz.
Unutmayınız, ‘Dünya 5’ten büyüktür’ itirazımız sadece bizim değil, Birleşmiş Milletler çatısı altındaki ülkelerin artık çok büyük bir kısmının, bölümünün de hissiyatı haline gelmiştir; seslendirdik, seslendirmeye de devam edeceğiz. İnsanlığın vicdanı ve sesi olmak Türkiye’ye zarar vermez, tam tersine güç katar, itibarımızı yükseltir. Aynı şeklide anlaşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesine önemli katkılarda bulunan, barış için arabuluculuk girişimimizi de önemli görüyorum.
Yine günümüzde önemli olan adımlardan bir tanesi, bu yaşanan sorunların çözümü için ciddi bir kanal olarak gördüğüm kurucusu olduğumuz ‘Medeniyetler İttifakları’ çalışmalarını da ihmal etmemeliyiz. Eşbaşkanlığını yaptığımız Terörizmle Mücadele Küresel Forumu’nu dünyada bu alanda oluşturulacak işbirliği kanalları için etkin bir platform olarak kullanabilmenin yollarını da aramalıyız.
Uluslararası alandaki tüm bu faaliyetlerimiz, dünya meselelerine sorumluluk sahibi bir ülke olarak yaklaşıyor olmamızın tezahürleridir.
Antalya’daki G-20 Zirvesini büyük bir başarıyla yürüttük, oradaki ekonomik büyümeyle birlikte en az gelişmiş ülkelerin sorunlarının da dikkate alınması gerektiği yönünde yaptığımız vurgunun sebebi de işte budur.
Dünyada ilk kez gerçekleştirilecek olan Dünya İnsani Zirvesi’ne ev sahipliği üzere seçilmemizi, insani diplomasi alanındaki etkinliğimizin sonucu olarak görüyorum. Bu zirve dolayısıyla dünya liderleri, siyasetçiler, akademisyenler, kanaat önderleri ve sivil toplum temsilcileri inşallah Mayıs ayında İstanbul’da biraraya gelecek. Bu toplantının dünyada insani yardım çalışmaları için kurulacak mekanizmaların geleceği açısından tarihi öneme sahip olduğuna inanıyorum.
Yine Nisan ayında 13. İslam İşbirliği Teşkilatı Liderler Zirvesi’ne ev sahipliği yapıyoruz. İslam dünyasının çok ciddi sınamalarla karşı karşıya olduğu bir dönemde toplanacak bu zirvenin de ülkemizin tarihi ve insani sorumlulukları bakımından hayati öneme sahip olduğu açıktır. Her iki zirvenin de başarılı geçmesi için başta Dışişleri kadrolarımız olmak üzere ilgili tüm kurumlarımızın titiz bir çalışma ortaya koymalarını bekliyorum.
Değerli büyükelçiler,
2015 yılı yakın çevremizde yaşanan krizlerin daha da derinleştiği bir yıl oldu. Ortadoğu ve Kuzey Afrika’da 2010 yılında başlayan halk hareketlerinin yol açtığı büyük umutlar pek çok yerde yerini acıya, savaşa ve kaosa bıraktı. Suriye’de 5 yıldır süren kriz bu ülkeyi bölgeyle birlikte tüm dünyada güven ve istikrara yönelik tehditlerin odağı haline getirdi.
Bir yandan terör örgütleri, diğer yandan rejim ve onu destekleyen kimi ülkeler Suriye halkına kelimenin tam anlamıyla zulmediyor. Akdeniz kıyalarından Avrupa’ya uzanan göç krizi hepimizin kalbini burkan üzüntü verici sahnelere yol açıyor.
Buna karşılık bir süredir devam etmekte olan ekonomik krizin de etkisiyle yabancı düşmanlığı, ırkçılık ve İslamofobi gibi tehlikeli akımların Avrupa’da güç kazandığını görüyoruz. Göçmenlere düşmanlık söylemiyle hareket eden siyasetçilerin tahrikleri, Avrupa’da yaşayan Türkiye kökenli kardeşlerimizi doğrudan etkiliyor. Dünya siyaseti içerisinde yer alan veya alma arzusu içerisinde olanların bazı ülkelerde ‘Buraya Müslümanların girmesini istemiyoruz, Müslümanların buraya girişini engelleyeceğiz’ yaklaşımı, insanlığa ve insana bakışlarını göstermesi bakımından da çok önemlidir.
Rusya’nın hem Suriye’de, hem Ukrayna’da attığı adımlar bu ülkeyle aramızda ciddi sorunlar ortaya çıkmasına yol açtı. Sormak lazım, Suriye kendilerini davet ettiği için Suriye’ye girmişler; ‘Peki Gürcistan sizi davet etti de mi Gürcistan’a girdiniz veyahut da Ukrayna sizi davet etti de mi siz Ukrayna’ya girdiniz?’
Bu soruların da o zaman cevabını vermek lazım. Kırım’ın hukuk dışı ilhakı ve Kırımlı soydaşlarımızın maruz kaldığı baskılar kuzeyimizde istikrarsızlıklarla dolu yeni bir konjonktürün oluşmasına neden oldu. Suriye’de terörle mücadele bahanesiyle bölgeye gelen, asıl amacının Esad rejimini ayakta tutmak olduğu anlaşılan Rusya’nın operasyonları bölgedeki sorunları daha da derinleştiriyor.
Ve Rusya DAEŞ’le mücadelede değildir, DAEŞ’e karşı bir mücadele vermemektedir, tam aksine Rusya şu anda Lazkiye ve çevresinde butik bir Suriye devleti kurmanın gayretiyle kendine mekân hazırlamaktadır ve oradaki bizim soydaşlarımızı, Türkmen kardeşlerimizi vurmaktadır, vurmaya devam etmektedir.
İşte böyle bir ortamda yaşanan uçak meselesi, Rusya’nın ülkemizle ilişkilerini getirdiği yer bakımından bir sebep değil sadece bir bahanedir. Rusya’nın içine girdiği tehlikeli mecra kendisi ve bölge ülkeleriyle birlikte tüm dünya için de çok büyük bir sorundur.
Diğer taraftan İran’ın da Suriye, Irak, Yemen gibi ülkelerdeki gelişmeleri kendi nüfuz alanını genişletmenin bir aracı olarak kullanmaya çalıştığını görüyoruz. Mezhep temelli ayrışmaları çatışmaya dönüştüren tavrıyla İran, yeni ve tehlikeli bir sürecin fitilini ateşlemeye çalışıyor. İran’ın Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleriyle ilişkilerini bilinçli olarak gerginleştirmesi bu stratejinin bir parçasıdır.
Hiç şüphesiz bu sorunlar listesini daha da uzatabiliriz. Önemli olan, karşı karşıya bulunduğumuz bu sorunlar ve krizler karşısında bizim ne kadar sağlam bir duruş sergileyebildiğimizdir.
Suudi Arabistan-İran olayında 47 kişi idam edildi. İdam, Suudi Arabistan’da kalkmadı, Amerika’da kalkmadı, Çin’de kalkmadı, Rusya’da kalkmadı, İran’da kalkmadı, peki şunu sorma hakkına sahip değil miyiz: Orada 1 tane Ayetullah olduğu söylenen zatın idamı, onun yanında üç tane daha Şia; ama onun yanında 43 tane Sünni El Kaide ile bağlantılı oldukları gerekçesiyle idam edilmiş; olay bu. Peki, İran’da bunca idamlar var, bunları nereye koyacağız? Onların aileleri yok mu, onları savunanlar yok mu? Bunları nereye yerleştireceğiz? Türkiye’nin böyle bir sorunu yok. O zaman bunlara da öncelikle kendilerinin cevap bulması lazım.
Dış politika uygulamalarımızı insani bir bakış açısına ve elbette kapsamlı stratejilere dayandırarak uluslararası siyasi süreçlerin işleyişinde daha etkin şekilde yer almak mecburiyetindeyiz. 2016 yılının bu bakımdan verimli bir yıl olacağına inanıyorum.
Değerli arkadaşlar;
Ülke olarak önümüzde küresel düzeyde takip etmemiz ve sonuç almamız gereken çok önemli meselelerimiz var. Bunlar arasında bölücü terör örgütünün uluslararası alanda giderek artan faaliyetleri, paralel devlet yapılanmasıyla yürüttüğümüz mücadele ve süregelen Ermeni iddiaları ön plana çıkmaktadır.
Esasen bunların hepsi de her geçen gün birbiriyle ilişkili ve birbirini destekleyen unsurlara dönüşüyor. Türkiye’nin terör örgütlerine destek verdiği, basın özgürlüğünde, demokrasimizde ve hukukun işleyişinde sorunlar bulunduğu gibi menfur iddialar hep aynı çevreler tarafından ortaya atılıp işleniyor.
Özellikle paralel devlet yapılanması, bu konuda diğerlerini de geride bırakan bir ihanet çizgisine geldi. Bugün dünyada ülkemiz aleyhinde çıkan haberlerin önemli bir bölümünün gerisinde bu yapının ve onlarla irtibatlı kişilerin olduğunu biliyoruz. Bu vesileyle Türkiye’nin paralel devlet yapılanmasıyla yürüttüğü mücadele konusundaki kararlılığımızı sizlere bir kez daha belirtmek istiyorum.
Milli Güvenlik Kurulu’muz tarafından da ülkemiz aleyhine çalışan bir terör örgütü olarak tescil edilip faaliyetleri izlenen bu şer şebekesi konusunda en küçük bir müsamahamız yoktur. Siz kıymetli büyükelçilerimizin görev yaptığı ülkelerde bu yapının tüm faaliyetlerini yakından takip ettiğine, gerekli müdahalelere hızla ve eksiksiz şekilde yerine getirdiğine inanıyorum. Bakanlığımızca yakından izlenen bu çalışmalarınızda Cumhurbaşkanı olarak şahsımın da daima yanınızda olduğundan şüpheniz bulunmasın.
Tabii paralel devlet yapılanmasıyla mücadele etmek kadar onun sebep olduğu tahribatı tamir etmek de önemlidir. Şunu unutmayınız değerli arkadaşlar: Bu yapının kurduğu okullar, geliştirdiği ticari ilişkiler kendi malı değildir. Bunların hepsi bu ülkenin ve bu milletim imkânlarıyla tesis edilmiştir; ama zekâttır, ama sadakadır, ama yardımdır. Dolayısıyla bu değerlerin yok edilmesi yerine asli sahibi olan ülkeye ve millete kazandırılması yönünde gayret sarf etmeliyiz.
Okullar konusunda Milli Eğitim Bakanlığı’mız bünyesinde kuruluş hazırlıkları başlatılan Maarif Vakfı’nın hayata geçmesi, arka arkaya yaşadığımız seçimler sebebiyle biraz gecikti. Farklı vakıflar da bu konuda hizmet vermeye hazır hale geldi, geliyor. Bunun için gerekli kanun süratle yürürlüğe sokulmalıdır.
Hemen ardından da Afrika, Balkanlar, Kafkasya başta olmak üzere paralel devlet yapılanması bünyesinde gözüken, ama aslında milletin malı olan okullara süratle sahip çıkılmalıdır. Gerekirse Maarif Vakfı aracıyla yeni okullar kurmak, diğer sivil toplum örgütlerini teşvik etmek suretiyle ortaya çıkan potansiyeli değerlendirme yoluna gitmeliyiz.
Hükümetimizden ve Milli Eğitim Bakanlığı’mızdan bu hususa önem ve öncelik vermesini özellikle istiyorum. Gerekli düzenlemenin ardından siz kıymetli büyükelçilerimizden de gayreti ve desteğiyle bu meselenin süratle çözüm yoluna gireceğini ümit ediyorum.
Ticari ilişkiler konusunda da aynı hassasiyeti sürdürmeliyiz. Ticaret müşavirliklerimizi, DEİK, TOBB gibi resmi niteliği bulunan kuruluşlarımızı daha etkin kullanarak ticari alanda elde edilen kazanımlara sahip çıkmalıyız. Bu ülkenin ve milletin heba edilecek tek bir kaynağı, tek bir imkânı, tek bir değeri yoktur.
Yapmamız gereken bu potansiyeli paralel devlet yapılanmasının tasallutundan kurtararak devletimize ve milletimize tekrar kazandırmaktır. Büyükelçiliklerimizin ve büyükelçilerimizin ticari ilişkilerimiz konusuna da bu hassasiyetle yaklaşacaklarına inanıyorum.
Bir kez daha ifade ediyorum; buradaki ayrım son derece önemli. Paralel devlet yapılanmasının üzerine tüm gücümüzle ve imkânlarımızla gideceğiz. Ama ortaya çıkmış olan ve zaten milletin malı olan potansiyelin heba olmasına da izin vermeyeceğiz. Benim gözümde bu ikisini birlikte başaran büyükelçilerimiz, en başarılı büyükelçilerimizdir.
Değerli arkadaşlar;
Türkiye’nin geçtiğimiz 13 yılda kat ettiği mesafenin dünyadaki yansımalarını en iyi bilen, gören, yaşayan kişiler, az önce Sayın Akil de ifade etti, sizlersiniz. Uluslararası düzeyde etkinliğimiz arttıkça karşılaştığımız sorunların mahiyeti değişmekte, cesameti artmaktadır. Bu durum, büyükelçilerimizin özellikle hem daha donanımlı, hem dirayetli, hem de daha çalışkan olmasını zorunlu kılıyor.
2016’nın ilk günlerinde yaşananlar dahi bu yıl da yoğun bir gündemle karşı karşıya olacağımızı gösteriyor. Önümüzdeki dönemde maruz kalacağımız sınamalar, en az geride bıraktığımız yılki kadar, belki ondan da zorlayıcı olacaktır. Aynı anda pek çok krizle mücadele etmek, bu kadar çok gelişmeyi takip etmek ve eşzamanlı olarak yapıcı adımlar atmak elbette kolay değildir.
Ancak ben sizlere güveniyorum, sizlere inanıyorum. Dışişleri camiası olarak sergilediğiniz yoğun mesaiyi ve özverili çalışmaları memnuniyetle takip ediyorum. Bu yıl sizlerden daha büyük bir inanç ve özveriyle, daha kararlı, daha verimli, daha üretken çalışmalar bekliyorum. İnşallah hep birlikte Türkiye’yi çok ileri noktalara taşıyacağız.
Bu duygularla bir kez daha hepinize selamlarımı sunuyor, konferansınızın başarılı geçmesini diliyorum. Sağlıcakla kalın.