Çok değerli muhtarlarımız,
Değerli kardeşlerim;
Sizleri en kalbi muhabbetlerimle selamlıyorum. Cumhurbaşkanlığı Külliyesine, milletin evine hoş geldiniz.
Ocak ayından bu yana sürdürdüğümüz Muhtarlar Toplantımızın 17’ncisinde birlikteyiz. Bugün de Amasya, Ardahan, Bingöl, Isparta, Karaman, Kilis, Manisa, Muş, Rize, Sivas, Kütahya ve Uşak’tan gelen siz kıymetli muhtarlarımızı misafir ediyoruz.
Demokrasi piramidimizin tabanıyla tavanının buluşması, kucaklaşması olarak gördüğüm bu toplantılarımız inşallah ülkemizde yeni ve hayırlı bir geleneğin tesisine de vesile teşkil edecektir. Ülkemizde artık cumhurbaşkanı, başbakan, bakan, milletvekili, belediye başkanı, muhtar, milletimizin doğrudan oylarıyla işbaşına gelen her kademedeki sorumlu çok daha yakın, çok daha güçlü bir istişare işbirliği içinde olacaktır.
Müsteşarından genel müdürüne, valisinden kaymakamına, il müdüründen memuruna kadar tüm atanmış kamu görevlileri, bu seçilmiş iradeden çıkan kararları uygulama konusunda çok daha hassas, çok daha dikkatli olmak mecburiyetindedir.
Öte yandan şunu da unutmamalıyız: Nasıl kamuda atamayla gelenler ‘layüsel’ değillerse, hesap sorulamaz değillerse, seçilmişlerin de sorumlu oldukları bir makam vardır. Muhtar, kendisinin değil mahallesinin meselelerini, köyünün meselelerini takip etmekle görevli, o mühür bunun için kendisine teslim edilmiş kişidir. Belediye başkanı kendisine değil ilçesine, iline hizmet etmek için o makama getirilen kişidir. Milletvekili, bakan, başbakan, cumhurbaşkanı, aynı şekilde ülkesine ve milletine hizmet için o makamların emanetini, sorumluluğunu üstlenen kimselerdir.
Önce biz seçilmiş olanlar vazifelerimizi en iyi şekilde yapacağız ki atanmışlardan da aynı şeyi talep etme hakkımız olsun. Kendi mahalle halkının desteğini arkasına alamayan bir muhtarı, kimse kusura bakmasın, memur da dikkate almaz. Kendi ilçesinin, ilinin desteğini arkasında gözükmeyen bir belediye başkanı, hiçbir genel müdürden, hiçbir bürokrattan talep ettiği desteği göremez. Aynı şekilde milletin desteğini yitiren bir hükümetin de başbakanıyla, bakanıyla bürokratlarını arzu ettiği şekilde çalıştırabilmesi, yönetebilmesi mümkün olamaz.
Ülkemizde mevcut yönetim sistemi bu bakımdan oldukça sorunludur, sıkıntılıdır, tartışmalıdır. Bakın bunu şurada 7 Haziran-1 Kasım arasında çok açık, net gördük. Ne oldu o arada? Adeta bürokratik oligarşi seçilmişe karşı tavır koydu. Niye? ‘Ortada güçlü bir hükümet yok, ne olacağı henüz belli değil, gitti-gidiyor’ havasıyla bakıyorsunuz, birçok yerlerde dirseklerin farklı bir şekilde dönmeye başladığını bizzat ben de gördüm, buna şahit oldum.
Bu bürokratik oligarşi ülkelerin felaketidir. Bu sadece Türkiye için geçerli değildir, onu söyleyeyim. Bunları yaşadık. Eğer iktidarlar güçlü olmazsa, bürokratik oligarşi iktidar olma gayreti içerisine girer ve ülkede her şey adeta durur. Ondan sonra siz o ülkede sıçramayı bekleyemezsiniz, gelişmeyi bekleyemezsiniz. İşler durur, bütün bakanlıklarda durur. O ona pas atar, o ona pas atar, futbolda olduğu gibi orta sahada top çevirirler. Gol atmaya gelince gol yok. İşte muhtarlar bunu devirmelidir.
Biz işte bu fotoğraftaki çarpıklıkları düzeltebilmek, milletimize daha iyi hizmet verecek bir sistemi kurmak için sürekli ne diyoruz? Yeni anayasa diyoruz, başkanlık sistemi diyoruz. Milletimiz başkanlık sistemini daha çok tartışsın, buna inansın. Dünyanın en gelişmiş ülkeleri mademki bugün başkanlık sistemiyle yönetiliyor, demek ki burada bir özellik var. Öyleyse biz bundan niye korkuyoruz, niye çekiniyoruz, niye kaçıyoruz? Dert başka. Bu konuda karar mercii, önce Türkiye Büyük Millet Meclisi, ardından milletimiz olacaktır.
Ama artık milletimizin de açık ve güçlü bir talebi haline gelmiş olan bu konuya Meclis’imizin, Meclis’te temsil edilen siyasi partilerimizin daha fazla duyarsız kalamayacağı kanaatindeyim. Siz muhtarlarımızdan da bu meseleyi hem milletimiz, hem de tüm partilerden siyasetçiler nezdinde gündeme getirmenizi, düşüncelerinizi kendileriyle paylaşmanızı bekliyorum. Türkiye’de demokrasi ne kadar güçlü olursa muhtarlarımız da o derece güçlü olur, bunu da bilmenizi istiyorum.
Kardeşlerim,
Siz sıradan bir güç değilsiniz, bakın şu anda ülkemizde 50 bini aşkın muhtarımız var. Tüm muhtarlarımızın tamamı veya çok büyük bir çoğunluğu, bu meseleye sahip çıkarsa, bu dönemde yeni Anayasa konusunda somut bir ilerleme kaydedilebileceğine ben inanıyorum. Aama akşam başka, sabah başka konuşmamak şartıyla.
Çünkü Başbakanlığım döneminde ben arkadaşlarıma dedim ki ‘Biz bu işi artık bitirmemiz lazım.’ Efendim, diğerleri diyor ki; ‘Bütün partiler eşit temsilciyle anayasa izleme komisyonunda yer alacak.’ dediler. ‘Olsun’ dedim. Ne diyorlar? ‘Hepimiz üçer üye verelim.’ ‘Tamam’ dedim. Ve biz düşünebiliyor musunuz, 326 gibi bir sayıya sahibiz, onların sayısı 220 filan civarındaydı; onlar 9 üyeyle temsil edildiler, biz 3 üyeyle temsil edildik, böyle çalıştık. Niye? Bizim derdimiz üzüm yemekti, bağcıyı dövmek değildi, bizim bağcıyla işimiz yoktu. Ve çalışmalar başladı, 47 maddeye gelindi. Ana muhalefetin başkanı dedi ki, ‘Öyle-böyle bu 47 maddeyi bir halledelim.’ İş tıkandı. Ben hemen bu arkadaşlarımıza dedim ki; ‘Tamam, hemen görüşün, şu 47’yi önce bir halledelim.’ Çok ilginçtir, gittiler görüştüler, bu defa ne dediler biliyor musunuz? Hani bunlar çok namuslu ya, çok şerefli ya, dediler ki, ‘Dört partinin dördünün de buraya imza koyması lazım.’ Tabii arkadaşlarımız dedi ki, ‘Bu görüşülen 47 maddenin altında dört partinin temsilcilerinin parafları var, imzaları var, daha neyi arıyoruz?’ ‘Efendim bütün partilerin buraya genel başkanlarının imza koyması lazım.’ dedi. Arkadaşlarımız bu defa tekrar dedi; ‘Bakın ana muhalefet ve iktidar olarak bizim sayımız zaten rahatlıkla bu Anayasa değişikliğini yapmaya bu sayı yetiyor. Gelin şu 47 maddeyi beraber 15 gün içinde çıkaralım.’ Top çevirdiler, dürüst davranmadılar, yalan söylediler ve 47 madde öyle kaldı. Şimdi değerli kardeşlerim, 60 maddeye geldi, aynı numarayı çektiler. Ben gönderdim, ‘Gidin görüşün’ dedim; yine maalesef dürüst davranmadılar.
Kardeşlerim;
Biliyorsunuz geçen haftadan beri Rusya, sınırımızı ihlal ettiği için düşürülen uçağının kara kutusu üzerinden bir propaganda yürütüyor. Kara kutudaki bilgilerin kendi iddialarını ispat edeceğini öne süren Rus yetkililer, bu işi bir şova dönüştürmüşlerdi. Sonra kara kutu açıldı ve tahribattan dolayı içindeki bilgilerin okunamadığı ifade edildi. Tabii bizim kendi elimizdeki bilgiler açık ve sağlam olduğu için konuyla ilgili en küçük bir tereddüdümüz yoktu. Türkiye’nin haklılığı tüm dünya tarafından kabul edilmişken, bu tür zorlama propaganda şovları bunlardan medet umanları daha da mahcup etmenin ötesinde anlam taşımıyor.
Rusya, belki düşen uçağının kara kutusunun içindekileri deşifre edemedi, ama bu olay ülkemizde pek çok şeyi deşifre etti. 100 yıl önce Balkan Harbi sırasında ‘Edirne’ye Enver gireceğine Bulgar girsin’ diyen zihniyetin bugünkü temsilcileri ne diyor biliyor musunuz? ‘Erdoğan haklı çıkacağına Putin haklı çıksın’ mantığıyla ortaya döküldüler.
Biz eskiden Sovyetler Birliği yanlısı olanların sırf ideolojik tutumları sebebiyle böyle davrandıklarını sanıyorduk. Bugün eski tüfek sosyalistlerin, güya birtakım liberallerin, birtakım isimlerin Rusya safında yer aldığını asıl gerçeğin farkına vardım. Meğer bunlar ‘şucu’ veya ‘bucu’ değil sadece ve sadece bu ülkenin, bu milletin düşmanıymışlar. Diğer tüm sıfatları bu düşmanlığı sürdürebilmek için birer kılıf olarak, birer araç olarak kullanıyorlarmış.
Bunlardan biri de; şu anda ana muhalefet partisinin milletvekili sıfatını taşıyor. Kendi ülkesinin karşısında İran varsa İran’ın, Rusya varsa Rusya’nın, başka hangi ülke varsa onun yanında yer almanın dışında hiçbir vasfı olmayan bu isme ana muhalefetin genel başkanı da sıkı sıkıya sahip çıkıyor. Ne diyor? ‘Milletvekilimi yedirmem’ diyor. Yedirmem dediği milletvekili kim? Dün, bakın -burası çok önemli- ‘Eğer İran-Türkiye karşı karşıya gelirse Türkiye’ye karşı İran’ın safında yer alırım.’ diyen bir hain.
Kardeşlerim,
Aynı kişi gezi olaylarında en başta yer alıyordu. Milletimizin paralel ihanet çetesine karşı verdiği mücadelede de yine karşımızda bu ismin olduğunu görmüştük. Bugün de kendi ülkesinin, teröristlere sarin gazı sattığı iftirasını, bulduğu her mecrada dile getirerek ihanetini katmerleyen bir karanlık adam. Gırtlağına kadar böyle bir ihanet çukuruna gömülmüş bu karanlık adamı milletvekili yapan, şimdi de arkasında duran bir genel başkan, bana göre aynı yolun yolcusudur. Elbette yoldaşını yedirmeyecek, ama bu millet onlara kustukları tüm kinleri, yaptıkları tüm iftiraları birer birer yedirecek, bundan kimsenin şüphesi olmasın.
2002 yılından beri siyasette boy gösteren, ama bugüne kadar girdiği hiçbir seçimi kazanamayan bu zat, ağzına ve şahsına hiç yakışmayan bir namus-şeref edebiyatı tutturmuş gidiyor benim şahsımla alakalı. Tabii her seçimden önce, ‘Başarısız olursam burada oturmam’ deyip de her seferinde sözünü tutmayan, böylesine bir pişkinlik içinde olan birisine ne desek fayda yok; onun farkındayım. Hiç şüphesiz milletimiz kendisine haddini seçim sandıklarında bildirmeye devam edecektir.
Bu zat esnaflardan da sorunlarını kendisine mektup yazara bildirmesini talep etmiş. Bu çağrıyı son derece olumlu, son derece yerinde buluyorum. Ben de tüm milletimden bu zata mektup yazmalarını istiyorum.
Milletimin bu mektuplarda bu zatın başında bulunduğu partinin her iktidar olduğunda ülkemizi nasıl felaketlere sürüklediğini, milletimizi nasıl sefalete mahkum ettiğini anlatmaya çağırmasını istiyorum. Hatta babanızdan, dedelerinizden kalma nüfus kağıtları varsa, onlardaki o karneyle ekmek alınan dönemlerin fotokopilerini gönderirseniz çok isabetli olur.
Daha yakına geleceğim, 1992-1999 yılları arasında Sosyal Sigortalar Kurumu’nu nasıl batırdığının, nasıl bir çıkmaza soktuğunun hesabını sormasını istiyorum. Bu zatın kendi kabiliyetiyle, kendi birikimiyle, kendi mücadelesiyle değil nasıl bir kaset kumpasıyla CHP’nin başına getirildiğinin yüzüne vurulmasını istiyorum. Bu zatın niçin kendi doğduğu topraklardan, kendi kültüründen, kendi meşrebinden utandığının, niçin bunları ağzına dahi alamadığının sorulmasını istiyorum.
Bu zatın partisine terör örgütü mensuplarını nasıl milletvekili adayı yaptığının izahını vermesinin talep edilmesini istiyorum. Bu zatın Suriye’de 400 bin kişinin katili zalim Esad’la nasıl kol-kola girebildiğinin hesabını vermeye davet edilmesini istiyorum. Bu zatın düne kadar demediğini bırakmadığı paralel devlet yapılanması adındaki ihanet şebekesinin kuklası haline gelmeyi nasıl içine sindirebildiğinin sorulmasını istiyorum.
Bu zatın devletin güvenlik güçlerinin fedakarlıkla ve kahramanca mücadele ettiği bölücü terör örgütü mensuplarıyla kurduğu ‘arkadaşlığın’ mahiyetini açıklamaya çağrılmasını istiyorum. Bu zatın ağzını her açtığında ‘Hesap uzmanıyım’ demesine rağmen, bırakın ülkenin hesabını, kendi partisinin hesabının içinden dahi nasıl çıkamadığının izahının yapılmasının talep edilmesini istiyorum.
Bu zatın milletvekilleri ve arkadaşlarıyla birlikte Türkiye’ye husumet besleyen herkesin yanında yer alarak yaptığı siyasetin namus ve şeref kavramları çerçevesinde değerlendirilmesini bekliyorum. Hiç ümidim yok, ama ola ki bu mektuplar o zata kendi gerçek durumunu anlama, algılama, sorgulama fırsatı verebilir.
Değerli kardeşlerim,
Türkiye böyle bir siyaset tarzını, böyle bir siyasetçi profilini asla hak etmiyor. Türkiye buna layık değil. Çünkü demokrasi güçlü muhalefetle güç kazanır, ama bu tür muhalefetle zafiyet olur. Ben bu görüntüden, bu üsluptan, bu tefessühten onlar adına utanıyorum.
Bu söylediklerimin Cumhurbaşkanlığı konumumla, Cumhurbaşkanının tarafsızlığıyla bir ilgisi yoktur. Bu zatın eskiden beri şahsıma yönelik terbiyesizliklerini de kendi karakterine verdiğim için çok önemli görmüyorum. Dünkü Grup Toplantısında yaptığı konuşma yenilir, yutulur bir konuşma değildir, zira siz ülkenizin Cumhurbaşkanına bu şeklide hakaret edemezsiniz.
Geçtiğimiz hafta 742. Vuslat Yıl Dönümünde rahmetle andığımız Mevlana Hazretleri, ‘Testinin içinde ne varsa dışına da o sızar.’ diyor. İşte bunların ağızlarından dökülenler de kalplerinde, ruhlarında, bedenlerinde ne varsa odur. Buna rağmen, ülkemin ve milletimin duçar olduğu bu manzara karşısındaki üzüntümü ifade etmekten geri duramam.
Suriye merkezli küresel bir mücadelenin tam merkezinde, ülkemize ve umudunu bize bağlayanlara yol açma çabası içindeyken, bu sürece katkı vermek şöyle dursun, çelme takanlara elbette söyleyecek sözümüz vardır. Egemenlik haklarımızı ilgilendiren bir mesele yüzünden Rusya gibi bir ülkeyle karşı karşıya geldiğimizde yanımızda yer almalarından vazgeçtik, susup yerlerinde oturmak yerine karşımızdakilere sufle verenlere elbette hak ettikleri cevabı vereceğiz. Türkiye, Cumhuriyet tarihinin belki de en kritik sınamalarından birinden geçerken, kendi içlerinde bulundukları geminin dibini delmeye çalışanlara elbette tavır koyacağız.
Ülkemizin belli yerlerinde süren; birliğimize, beraberliğimize, kardeşliğimize, istiklalimize ve istikbalimize yönelik saldırılar konusunda devletinin ve milletinin değil, teröristlerin yanında yer alanlara, onların diliyle konuşanlara elbette hadlerini bildireceğiz. İstikrar ve güven ortamını tehlikeye atmaya dönük her çabanın karşısında ülkemizin ve milletimizin hakkını, hukukunu, çıkarlarını elbette savunacağız; asıl bunları yapmazsak namus ve şeref sorgulamasını hak etmiş oluruz.
Bizim abdestimizden şüphemiz olmadığımız için namazımızdan da hiçbir tereddüdümüz, şüphemiz yoktur. Bunun için biz her fırsatta milletimize gidip hesabımızı veriyor, meramımızı anlatıyor, desteğimizi tazeliyoruz. Siyaset yapmakla istismar yapmak arasındaki en büyük fark işte budur. Birisinde 78 milyon vatandaşımızın her birinin gönlünü kazanmaya çalışır, tamamına hizmet ederseniz; diğerinde varlığınızı borçlu olduğunuz bir lobinin, bir avuç militanın oyuncağı haline dönüşürsünüz. Şu anda Güneydoğu’da, Doğu’da olanlar bu değil mi? Şu anda işte İstanbul’da olan olay bunlar değil mi?
Bunlar Kandil’den gelen talimatların gereğidir, bunun dışına taşan mercilerden gelen talimatların gereği bu. Bunların tüm hayatları iplerini ellerinde tutanlara hizmet etmekle geçti, hala böyle devam ediyor. Biz ise 40 yıldır siyaset yapıyoruz, milletimize hizmet etmenin çabası içindeyiz.
Üstat Necip Fazıl, meşhur Sakarya Türküsü şiirinde şu mısralar ile bizim ufkumuzu aydınlatan bir ışık olmuştur:
“İnsandır sanıyordum mukaddes yüke hamal.
Hamallık ki, sonunda, ne rütbe var, ne de mal,
Yalnız acı bir lokma, zehirle pişmiş aştan;
Ve ayrılık anneden, vatandan, arkadaştan.”
Evet, biz gerektiğinde annede, vatandan, arkadaştan ayrı kalma pahasına bu mücadeleyi vererek bugünlere geldik. Hamdolsun, Rabbim bizleri İstanbul’a Büyükşehir Belediye Başkanı, Başbakan olarak, şimdi de Cumhurbaşkanı olarak bu hizmet mücadelesini taçlandırma şerefine nail etti. Tüm ömrüm boyunca bir yandan milletime eser kazandırırken, bir yandan da bu zihniyetle mücadele ettim. Cumhurbaşkanı olarak da bu mücadelemi sonuna kadar sürdürmekte, bunların gerçek yüzlerini deşifre etmekte kararlıyım, karlıyız.
Değerli kardeşlerim,
Ülkemizin Doğu ve Güneydoğu Bölgesi’ndeki bazı ilçelerinde, mahallelerinde, köylerinde bu yaşanan güvenlik sorunlarını yakından takip ediyorum. Evet, buralarda yaşanan hadiseler sadece birer güvenlik sorunundan ibaret değildir. Görüyorsunuz camilerimizi nasıl yaktıklarını, okullarımızı nasıl yaktıklarını, hatta hatta daha ileri giderek bunlar hastanelerimizi nasıl yaktıklarını görüyorsunuz. Ambulansları nasıl ateşe tuttuklarını görüyorsunuz, ambulans şoförlerimizi nasıl şehit ettiklerini görüyorsunuz. Bu olaylarda en büyük zararı, bölgede ikamet eden vatandaşlarımız görmektedir, esnafımız görmektedir. Bölge insanı tüm tehditlere, tüm provokasyonlara rağmen terör örgütünün oyunlarına alet olmayı ret etmiştir. Bu onurlu duruşundan dolayı bölgede yaşayan tüm vatandaşlarımı tebrik ediyorum.
Biz devlet olarak, hükümet olarak vatandaşlarımızın görmüş oldukları bu zararları tabi ki gidereceğiz. Ancak şehit olanları geri getirmek mümkün değil. Sivil vatandaşlarımız burada şehit oluyor, burada askerimiz, polisimiz, gönüllü köy korucularımız şehit oluyor, bunları geri getirmek mümkün değil. Ama şunu unutmayalım ki; bu vatan kolay kolay 780 bin kilometrekareyle bize kalmadı. Eğer namus ve şeref yoksunu bir insan serisi olsaydı, biz bu toprakları teslim alamazdık.
Güvenlik güçlerimiz sivillere, masumlara, vatandaşlarımıza zarar vermemek için gerçekten çok titiz, çok hassas bir çalışmayla terör örgütünü, mensuplarını birer birer etkisiz hale getiriyorlar. Amacına ulaşamayan terör örgütü, işte az önce ifade ettiğim okuldan hastaneye, yurttan camiye kadar halkımıza hizmet veren her yere saldırarak tüm insani ve ahlaki değerlerden yoksun olduğunu bir kez daha ortaya koymuştur. Bugüne kadar demokrasi, hak, özgürlük, adalet, güvenlik gibi istismar ettikleri tüm değerleri, tüm kavramları ayaklar altına alan örgütün gerçek yüzünü vatandaşlarımız açıkça görmüştür.
Burada sizlerin huzurunda bir kez daha ifade ediyorum, bölücü terör örgütüyle mücadele sonuna kadar tavizsiz sürdürülecektir. Artık ne bu örgütün, ne de ipini onun eline teslim eden siyasi partilerin ve sivil toplum görünümlü kuruluşların milletimiz ve devletimiz nezdinde hükmü kalmamıştır. Terör örgütü mensuplarının ilçe ve mahalle merkezlerinden temizlenmesinin ardından bölge insanıyla birlikte el ele vererek yaraları saracak, yeni bir dönemi hep birlikte inşa edeceğiz. Muhatabımız milletimizin, bölge inanının bizatihi kendisidir. Temmuz ayından bu yana yaşanan tecrübenin bölge insanına, iradesine sahip çıkmanın önemini gösterdiğine inanıyorum.
Ülkeye ve bölgeye hizmet etme gayesi taşıyanlarla ülkeyi ve bölgeyi yakıp yıkmaya çalışanlar arasındaki fark, ak ile kara gibi çok kesin çizgilerle ortaya çıkmıştır. Yakılan her bina, kazılan her sokak başı, zarar gören her iş yeri, eğitimi aksayan her evladımız, ekmeğinden olan her insanımız bu farkın en yakın şahididir.
Aldığımız her şehit haberi, hayatını kaybeden her masum insanımız, ailesiyle birlikte bizim de yüreğimizi yakıyor; ama ülkemizin ve milletimizin bekası için bu bedeli ödemek mecburiyetindeyiz. Şairin ifade ettiği gibi; ‘Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır / Toprak eğer uğrunda ölen varsa vatandır.’ Bir toprağın vatan olabilmesi için uğrunda ölebilecek insanların olması şarttır, varsa o zaman işte o vatan olur. Bizim de 780 bin kilometrekare bu vatan toprakları işte o şehitlerimiz sayesinde buraya gelmiştir. Diyor ya Akif; ‘Şuheda fışkıracak toprağı sıksan, şuheda! / Canı, cananı, bütün varımı alsın da Hüda, / Etmesin tek vatanımdan beni dünyada cüda.’ Mesele bu.
Bu toprakları vatanımız olarak kabul ettiğimiz günden beri kesintisiz bir mücadele, kesintisiz bir fedakârlık içindeyiz. İşte bunun için bu kardeşiniz ülkemin dört bir yanında hep ne dedim? Tek millet, 78 milyonla tek millet. Ne dedik? Tek bayrak; rengi şehidimizin kanı, hilal bağımsızlığımızın ifadesi, yıldız şehidimizin sembolü… Tek vatan dedik, 780 bin kilometrekareye tek vatan. Bu vatan topraklarında kimse operasyon yapamaz, ‘şurası şunların, burası bunların’; yok, 780 bin kilometrekareyle Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarınındır bu topraklar. Ve dördüncüsü de, tek devlet. Öyle yok paralel devletmiş, yok bilmem şu devletmiş, bu devletmiş, böyle bir şey yok; sadece Türkiye Cumhuriyeti Devleti var. Bu kadar ve bu devleti bölmeye de kimsenin gücü yetmeyecektir.
Allah ülkemize, milletimize, devletimize zeval vermesin. Rabbim birliğimizi, beraberliğimizi inşallah daim kılsın. Onun için ne diyoruz? Bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız, kardeş olacağız, hep birlikte Türkiye olacağız; hedefimiz bu olacak.
Allah yar, yardımcımız olsun. Ben bu düşüncelerle bir kez daha Cumhurbaşkanlığı Külliyemizi, milletin evini teşrifleriniz için her birinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Mahallerinizdeki, köylerinizde her bir kardeşime, selamlarımızı, saygılarımızı, muhabbetlerimizi götürmenizi rica ediyorum.