Saygıdeğer Divan,
Türkiye İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun Sayın Başkanı ve Yönetim Kurulu üyeleri,
TÜRK-İŞ camiasının kıymetli mensupları,
Saygıdeğer konuklar,
Sevgili emekçi işçi kardeşlerim;
sizleri en kalbi duygularımla, saygıyla, muhabbetle selamlıyorum.
Ülkemizin en büyük işçi sendikası olan TÜRK-İŞ’in 22. Genel Kurulunun hayırlı olmasını diliyorum. Emekleriyle, alın teriyle bu ülkenin gelişmesine, kalkınmasına, büyümesine, güçlenmesine katkıda bulunan işçi kardeşlerimin her birinin o pak alınlarından öpüyorum.
Bizim inancımızda emek kutsaldır. Çalışanın hakkının alın teri kurumadan tam ve zamanında verilmesini tavsiye eden bir dinin mensuplarıyız. Kültürümüzde de aynı yönde güçlü bir anlayış vardır. Türkiye’nin en köklü işçi sendikaları konfederasyonu olan TÜRK-İŞ, bu bakımdan büyük bir misyonun sahibidir. TÜRK-İŞ, ideolojik saplantıların değil, işçilerin hakkını, hukukunu emeğin gücüyle ve meşruiyet sınırları dahilinde koruduğu sürece, inanıyorum ki çok daha güçlü, çok daha etkili bir yapı olacaktır.
Geçmişte ülkemiz bu konuda çok acı tecrübeler yaşadı. Bu ülke, işçinin hakkını savunmak yerine işçiyi istismar eden partiler, sendikalar, konfederasyonlar, sendika ağaları gördü. Ülkemizdeki işçilerin sadece yüzde 11,2’sinin sendikalı olmasında, sendikalara duyulan bu güvensizliğin hiç mi rolü yoktur?
Bakınız, Türkiye uzun yıllar 1 Mayıs krizleri yaşadı, bunu hepimiz biliyoruz. 1 Mayıs’ın işçi bayramı olarak kutlanması için pek çok girişim yapıldı, pek çok mücadele verildi. Dikkat ediniz, bu çabaların çoğunda 1 Mayıs sadece bir bahane olarak, bir araç olarak kullanılmıştır.
Bu konu samimi olarak hükümetin gündemine getirildiğinde işin rengi değişmiştir. Biliyorsunuz, Başbakanlığım dönemimde bu meseleye sahip çıktık, gerekli yasal düzenlemeleri yapıp 1 Mayıs’ı resmen işçi bayramı olarak ilan ettik. Fakat 1 Mayıs bahanesiyle ülkenin ve milletin huzurunu kaçırmak için uğraşanları ne yazık ki bu da durdurmadı.
Resmen kabul edilmiş bir bayram olmasına, bu çerçevedeki her türlü etkinliğe izin verilmesine rağmen, yine ortalığı yakıp yıkanlar, cam çerçeve indirenler, polise saldıranlar var. Çünkü bunların 1 Mayıs’ı bayram olarak görmek diye, bir işçi bayramı olarak görmek diye dertleri yok. Zaten çoğu işçi filan da değildi; üniforma giyerek, marjinal örgütlerin flamalarını taşıyarak, yüzlerini gizleyerek, ellerinde molotoflarla, sopalarla, taşlarla yollara düşen bu kişilerin amacı en başından belli zaten. Kaos çıkarmak, terör estirmek ve bu şekilde dikkat çekmek; amaçları bu…
Maalesef bizim medyamız ve aralarında sendikaların da bulunduğu birtakım sivil toplum kuruluşlarımız da bu güruha sahip çıkıyor, onlara eylem zemini hazırlıyor. Hâlbuki medya bu şovları görmese, bunları parlatmasa, diğer gruplar bu provokatörleri aralarına sokmasa, inanın hiçbiri sokağa inmeye dahi cesaret edemezler. Tabi maksat üzüm yemek değil, ülkede 1 Mayıs Bayramını kutlama değil; bağcıyı dövmek... Bu tür olaylar üzerinden siyasi sonuç devşirmeye çalışmak olunca, maalesef her yıl istenmedik, arzu edilmedik görüntülere şahit oluyoruz.
Ülkemizde medya ve sivil toplum örgütleri dahil, tüm kurumlarımız gerçekten demokrasinin ve özgürlüklerin yanında yer aldığında, inşallah bu sıkıntıyı da hep birlikte aşacağız. Bundan endişem yok, ben bu konuda umutluyum. Türkiye’nin sadece geçtiğimiz 13 yılında yaşanan hadiseleri şöyle bir gözümüzün önünden geçirdiğimizde umutlu olmak için çok sebebimiz var. Türkiye’nin bugünü dününden daha iyi, inşallah yarını da bugününden daha iyi olacak.
2002 yılında bu ülkede asgari ücret 184 liraydı, bugün 1000 lira. Şimdi yılbaşından sonra 1300 liralık asgari ücreti konuşuyoruz. Tabi burada bir şeyi özellikle ifade etmem lazım; asgari ücreti ne olarak tanımlıyoruz? 1300 liranın altında hiçbir işveren yanında çalıştırdığına ücret ödeyemez. En az vermesi gereken rakam nedir? 1300 liradır. Bu ister batıda olsun, ister doğuda olsun, her yerde bunu vermek durumunda. ‘Efendim, Güneydoğu’da, Doğu’da geçim şartları daha kolay, dolayısıyla 600 liraya, 700 liraya da burada çalışan var’ diyemezsin; 1300 lira vereceksin; olayın aslı bu.
2002 yılında ülkemizde emekli maaşlarının tabanları 66 lirayla 376 lira arasında değişiyordu. Bugün 785 ile 1514 lira arasında değişen bir taban emekli maaşı var. Yılbaşından sonra öyle sanıyorum emekli maaşlarının tabanında da, 1000 lirayla alt sınır gelecek. O zaman inanıyorum ki bu sorun daha da hafiflemiş olacak. İşte emekçi dostu olmak budur. Burada bir şey daha var, tabi bu tabandır; tavan noktasında bir sınır var mı? Yok, ne veriyorsan bunu ver.
Az önce değerli arkadaşlarım G-20’de yaptığım konuşmayı burada ifade etiler. Evet, böyle inandığım için bunu söylüyorum. Buna ben bir taraftan ‘paylaşımcılık’ derken, diğer taraftan da şunu söylüyorum: Gelin bizim değerlerimizin içerisinde bir ‘kanaat’ kavramı var; kanaati her zaman işçiden beklemeyin, işveren olarak siz de kanaat ekonomisini bir öğrenin, kanaatten yana olun. Eğer işverenler olarak bu kanaat ekonomisine inanırsak, ha o zaman inanıyorum ki terini kendine sermaye, kazanç edindiğin bu insanlarla o paylaşıma girdiğinden andan itibaren kazancın da daha da bereketlenecektir. Buna aynı zamanda ben bereket ekonomisi diyorum.
Çalışırken de, emekli olduğunda da vatandaşımızın geçinebileceği asgari ücreti alabilmesi için gayret ettik, hamdolsun bugünlere geldik. İnşallah önümüzdeki yıllarda çok daha iyisi olacak, milletçe güçleneceğiz. Türkiye geliştikçe, büyüdükçe, kazandıkça bundan her kesim gibi işçilerimiz de hak ettikleri payı alacaklardır. Pastayı büyütmezsek, kendimize düşen dilim de büyütemeyiz. Hele pastayı tahrip etmek için uğraşırsak elimizdekinden de oluruz. Bunun için hepimizin aynı gemide olduğu bilinciyle hareket etmeliyiz. Ülkemizi ne bölücü terör örgütüne, ne paralel devlet yapılanması çetesine, ne dış düşmanlarımıza, ne de sadece kendi çıkarları ve hırsları için bunlara destek olanlara bırakmayacağız. Türkiye bizim, hepimizin, bu ülkede ne varsa hepimizin. Bu ülkeden giden her şey de, unutmayalım hepimizden gidiyor. Onun için, bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız, kardeş olacağız, her birlikte Türkiye olacağız, bunu başarmaya mecburuz.
Değerli kardeşlerim,
Bilindiği gibi Türkiye 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarıyla başlayan ve 1 Kasım’a kadar devam eden önemli bir süreç yaşadı. Bu dönemde yaşananlar ülkemiz ve milletimiz için gerçekten çok büyük bir tecrübe oldu. Türkiye 2003 yılından beri sahip olduğu istikrar ve güven dediğimiz hazinenin kıymetini 5 ay gibi kısa bir sürede yeniden anladı, yeniden idrak etti. İstikrar ve güven ortamındaki en küçük bir zafiyetin, en küçük bir sarsıntının ne sonuçlar doğurabileceğini farklı alanlarda aynı anda hissettik ve gördük. Bir yandan terör ve uluslararası sorunlar, bir yandan ekonomik belirsizlikler, bir yandan gelecek endişesi, gerçekten de milletimizi tarifi mümkün olmayan bir şekilde bunalttı. Bunun için de halkımız ilk fırsatta 1 Kasım seçimlerinde tercihini yeniden istikrar ve güven ikliminin devamından yana kullanmıştır.
Şimdi artık önümüze bakma zamanıdır. Çünkü Türkiye son 1,5 yılda yaşadığı 3 önemli ve kritik seçim sebebiyle adeta yorgun düştü. Bundan sonra yeniden 2023 hedeflerimize yoğunlaşmalı, yavaşlayan projelerimizi hızlandırmalı, yeni projelerimizi süratle hayata geçirmeliyiz. Cumhurbaşkanı olarak tüm bu çalışmalarda Hükümetimizin ve Başbakanımızın sonuna kadar yanındayım. Bu uyum çok önemli, senkronize bir adım atmaya mecburuz.
Türkiye geçmişte yaşadığı siyasi erkler arasındaki uyumsuzluğun ağır faturasını asla unutmuş değildir. Anayasa kitapçığı fırlatmayla başlayan sürecin yakın tarihimizin en büyük bunalımına kadar nasıl vardığını çok iyi hatırlıyoruz. Biliyorum, ben bunları söyleyince birileri hemen, ‘Efendim, Cumhurbaşkanlığının veya Cumhurbaşkanının tarafsız olması gerekir’ diye başlayan cümleleri olacaktır, bunu kuracaklardır. Daha önce de ifade ettim, ben ülkemin ve milletimin aleyhine olacak hiçbir konuda tarafsız olmam, olamam; bunun bilinmesi lazım. Benim tarafım ülkemin ve milletimin yanıdır. Siyasi istikrarsızlık veya erklerin uyumsuzluğu ülkemin aleyhine olacaksa, elbette benim gönlüm böyle bir duruma razı gelmez, bunun yaşanmaması için de anayasanın verdiği yetkiler neyse bunu kullanırım.
Esasen tüm bu sıkıntıların temelinde mevcut Anayasanın yattığını herkes kabul ediyor. Buna rağmen meseleyi kişiselleştirenler, Türkiye’nin ihtiyacı olan anayasaya kavuşmasını da engelliyorlar. Bu tavırlarından dolayı her seçimde milletimizin karşında mahcup olmalarına rağmen inatlardan vazgeçilmiyor. İşte bundan önce bu konuda 4 siyasi biraraya geldik, o zaman Başbakanım. Düşünün, 330’a yakın milletvekiline sahibiz, diğer 3 parti 220 milletvekiline sahip ve dedik ki ‘Her bir parti 3’er tane buraya üye versin ve anayasa izleme komitesini kuralım’. Bakın, 330’a yakın bir parti 3 üye veriyor, diğerleri de 3’er veriyor ve diğerlerinin tamamı 9 tane vermiş oluyor. Buna rağmen uyum olmadı. Hatta önce 47 maddede uyum sağlandı. Ondan sonra ana muhalefet ‘Hadi hemen bu 47’yi halledelim, çıkaralım’ dediler. Arkadaşlarımı gönderdim. O zaman çok ilginçtir, ‘4 partinin 4’ünün de imza koyması lazım’ dediler. 4 temsilci burayı paraf etti, ama şimdi diğer ikisi gelmiyor, diğer ikisi gelmiyor diye biz bunu niye bekletelim? ‘Gelin ikimiz beraber bunu çıkartalım’; ‘Olmaz’ dediler ve 47’yi çıkartamadık. Sonra 60 madde oldu, bu defa biz teklifi götürdük, biz teklifi götürdük ama yine olmadı.
Mesele ne biliyor musunuz; biz üzüm mü yiyeceğiz, bağcıyı mı döveceğiz? Gelin biz milletçe bu üzümü yiyelim, anayasamızı yapalım, bir darbe anayasasıyla biz geleceğe yürümeyelim, milletin anayasasıyla yürüyelim, mesele bu.
Değerli kardeşlerim,
Yeni anayasa meselesi tam anlamıyla aslında bir memleket meselesidir. Türkiye tarihinde ilk defa kendine siyasetçilerin iradesiyle bir sivil anayasanın yapılabileceği dönem açıldı. 1 Kasım’da önümüze açılan yeni dönemi hep birlikte en iyi şekilde değerlendirmeli ve fırsata çevirmeliyiz. Sadece Türkiye’nin 4 yıllık bir istikrar ve güven iklimini yakalamasının dahi nasıl olumlu sonuçları olduğunu, ekonomiyi nasıl hareketlendirdiğini, insanlarımızın nasıl umutlandığını hep beraber gördük, görüyoruz.
Bu tarihi fırsatı değerlendirmek, yeni anayasanın altında imzası olan herkese inanıyorum ki şeref kazandırır. Gelin bu şeref 25. Dönem Meclisine, bu Mecliste görev alan milletvekillerine ait olsun. Biz diyoruz ki, gelin bunu yeni anayasa ile taçlandıralım, işte o zaman Türkiye, değil 2023 hedeflerine ulaşmak, bunları dahi geçecek bir ivme yakalayacaktır. Buna kendimizden ziyade geleceğimiz için ihtiyaç var.
Değerli misafirler,
Türkiye kadim ilişkileri ve coğrafi konumu sebebiyle dünya teyakkuz halinde bulunmak zorunda olan bir ülkedir. Nitekim son dönemde bölgemizde yaşanan gelişmeler her geçen gün derinleşerek sürüyor. Suriye’de 5 yıla yakın bir süredir devam eden hadiseler bölgesel olmaktan çıkıp küresel bir sorun haline gelmiştir. Bölgede yaşanan olaylar uzun süre sadece Suriye halkının ve oradan gelen insanlara kucaklarını açan komşularının sıkıntısı olarak görüldü, dünyanın adeta sırtını döndüğü, görmezden, duymazdan geldiği Suriye krizi nihayet teker teker her ülkenin kapısını çalmaya başladı.
Suriye, Türkiye’nin 911 kilometre sınıra sahip komşusu olmanın yanında, halklarımızın binlerce yılı bulan ortak geçmişe sahip olduğu bir coğrafyadır. Türkiye olarak nasıl Balkanlar’a, Kafkaslar’a, Akdeniz Havzasına, Irak’a bigâne kalmamız söz konusu olamaz ise, Suriye’de yaşananları da kesinlikle yok sayamayız. İşte onun için diyorum; Rusya Suriye’de ne arıyor? Efendim, neymiş? Birleşmiş Milletler’in kendilerine verdiği böyle bir yetki varmış. Neymiş o yetki? Eğer o ülkenin yönetimi davet ederse, gidilirmiş. Oraya gitmek mecburiyetinde değilsiniz. 380 bin insanı öldüren katil Esed’in davetine icabet etmeye mecbur değilsiniz. O gayrimeşru bir yönetimdir, meşru değildir; bunu görmek durumundasınız. Bunu ben Sayın Putin’in kendisiyle çok konuştum, onun için de burada açık ve net söylüyorum.
Biz, tüm komşularımız gibi Suriye’nin de egemenlik haklarına ve toprak bütünlüğüne saygılıyız. Ama şu gerçeği de görüyoruz: Bugün Suriye’de bu hakları kullanabilecek meşru bir yönetim yoktur. Esed rejimi ülkenin çok küçük bir kısmındaki hakimiyetiyle böyle bir iddiada bulunamaz. Şu anda yüzde 14’lük bir hakimiyeti var, yüzde 86 tamamıyla oradaki diğer örgütlere aittir, böyle bir noktada.
Bizim için Suriye’deki meşru muhatap Suriye halkıdır, bunu görmeye mecburuz. Onları temsil eden, ülkenin de önemli bir bölümüne hakim olan ılımlı muhaliflerdir. Muhalifler arasında çok yakın akrabalık bağlarımızın bulunduğu pek çok gurup da var, Bayırbucak Türkmenleri gibi. Bunun dışında Araplardan yine aynı şekilde Hatay’da, Gaziantep’te, Mardin’de olanlar var. Bugünlerde hadiseler Bayırbucak Türkmenlerinin yaşadığı bölgede yoğunlaştığı için onların ismi sıkça duyuluyor. Ama Suriye’deki Türkmenler sadece Bayırbucak bölgesinde yaşayanlardan ibaret değil. Şam, Halep, Lazkiye, Hama, Humus, Tartus, Dara, Golan Tepeleri, Rakka başta olmak üzere Suriye’nin pek çok yerinde sayıları milyonlarla ifade edilen Türkmen kardeşimiz yaşamaktadır, bunu görmeye mecburuz.
Üstelik Türkmenlerin bu bölgedeki varlıkları yeni de değildir. 7. yüzyıla kadar uzanmaktadır. Suriye toprakları uzun yüzyıllar boyunca Selçuklu ve Osmanlı toprakları içinde yer almıştır. Bugün ayrı ülkelerin şehirleri olabilirler; ama aslında Hatay’la Lazkiye’nin, Antep’le Halep’in, Urfa’yla Rakka’nın, Mardin’le Haseke’nin bir farkı yoktur. Yüzyıllık statü bin yıllık kardeşliği ortadan kaldıramaz. Bizim Suriye konusundaki hassasiyetimizin ortaya koyduğumuz aktif insani tavrın sebebi işte budur.
Suriye’deki karmaşa, dünyanın çok farklı bölgelerinden ülkelerin burada faaliyet göstermelerine sebep oluyor. DAEŞ terör örgütünün en önemli faaliyet alanı olan Suriye, bu sebeple müdahalelere açık bir yer haline gelmiştir. Rejim de bu durumu kendi varlığını sürdürebilmek için bir fırsata çevirmenin çabası içindedir. DAEŞ, rejimden beslenmektedir. Rejim, ömrünü DEAŞ’la uzatmaktadır.
Değerli kardeşlerim,
Şunu bilmenizi istiyorum: Bakın son günlerde Rusya’nın başını çektiği bir moda ortaya çıktı, buna Rusya kendisi de aslında inanmıyor, ondan sonra başkalarını inandırmaya gayret ediyor. Nedir o? ‘Türkiye DEAŞ’tan petrol alıyor’. Paris’teki İklim Değişikliği Zirvesi’nde de liderlerle yaptığım toplantılarda falan bunu söyledim: Bakın Türkiye Cumhuriyeti’nin DAEŞ’ten petrol aldığını belgelerle Rusya ispat etmeye mecburdur, aksi takdirde bu bir iftiradır. Eğer ispat ederse ben Cumhurbaşkanlığı makamında durmam. Ama ispat edemezse kendisi de makamını bırakır mı, koltuğunu bırakır mı, bu önemli.
Türkiye’nin petrol aldığı yerler, doğalgaz aldığı yerler bellidir. Birinci sırada Rusya’dır, ikinci sırada İran, üçüncü sırada Azerbaycan, dördüncü sırada Kuzey Irak, beşinci sırada Katar, ardından Cezayir… Zaman zaman da Nijerya’dan biz bu ihtiyacımızı karşılıyoruz. Ha kim alıyor, onu da söyleyeyim. Hem Rus pasaportu sahibi, hem de Suriyeli olan George Haswani bu işin en büyük tüccarıdır ve DAEŞ’ten petrolü alıyor hem rejime satıyor, hem de uluslararası bu işi yapan belli camiaya satıyor. Bunu en son Amerikan Hazine Bakanlığı belgelerle açıkladı. Bir de meşhur Rusların satranç ustası var, o da bu yarışın içerisinde, o da bu petrol tüccarlığını yapıyor.
Ve bunları biz elimizde belgelerimiz var, bunlarla dünyaya açıklamaya başladık, açıklayacağız. Hele hele ailemi bu işe karıştırmak, o bu işin çok daha ahlaki olmayan bir yanıdır ki bunu daha önce İran televizyonları yaptı. İran Devlet Başkanıyla bunu konuştum, dedim ki; ‘Bakın siz çok büyük bir yanlışın içindesiniz. Eğer bu böyle devam ederse bunun karşısı çok ağır olur, bedelini siz İran olarak çok ağır ödersiniz.’ 10 gün falan sürdü, daha sonra sitelerinden bunu kaldırdılar. Niye? Çünkü iftira ve yalan üzerine, takiye üzerine kurulu sistemler bu işi daha çok kullanıyor.
Değerli kardeşlerim;
Bugüne kadar 380 bin insanın hayatını kaybettiği, 12 milyon insanın yerinden edildiği, bunlardan 5 milyonun ülke dışına gitmek zorunda kaldığı bir Suriye’yi ve onun ilintilerini, bağlantılarını konuşuyoruz. Bize göre Suriye’deki asıl sorun işte bu durumdur.
Bu sorun çözülmeden ne terör meselesinde, ne de mülteci krizinde gerçek bir ilerleme sağlanamaz. Bu gerçeğe rağmen pek çok ülke Suriye’de sebepler yerine sadece sonuçlara odaklanıyor ve bunlar üzerinden harekat planları yapıyorlar. Elbette bu tavrın gerisindeki siyasi, diplomatik ve stratejik sebepleri görmüyor değiliz.
Bizim derdimiz, Suriye halkının en kısa sürede ülkelerinde kendilerine güvenli ve huzurlu bir gelecek kurabilmelerine yardımcı olmaktır. Bu konuda önerilerimizi dostlarımızla paylaşıyoruz. Suriye’de faaliyet gösteren diğer ülkelerle zaman zaman yaşadığımız sıkıntıların temelinde işte bu temel anlayış farkı bulunuyor. Biz Suriye’deki kardeşlerimizin can güvenliğini, huzurunu ve geleceğini korumanın peşindeyiz. Onlar ise sadece kendi çıkarları zaviyesinden meseleye yaklaşıyorlar. Onlar bugün varlar, yarın muhtemelen olmayacaklar. Ama biz Suriye’deki kardeşlerimizle birlikte aynı coğrafyada yaşamaya devam edeceğiz. Dolayısıyla bizim meseleye onlar gibi yaklaşmamız, hadiseler karşısında onlar gibi tepki vermemiz söz konusu olamaz. Yarın bütün bu işler geride kaldığında inşallah oradaki kardeşlerimizin karşısına gönül huzuruyla başımız dik, alnımız ak çıkacağız. Bunun için de Suriye konusundaki ilkeli ve insani tavrımızı sonuna kadar devam ettireceğiz.
G-20’de Kanada bizden 25 bin mülteci istedi, ‘bununla ilgili bize yardımcı olun’ dediler ve biz bunun çalışmasını yapıyoruz. Ayrıca dün Katar seyahatinde Katar bu konuda ‘biz mültecilerden bir kısmını alabiliriz’ dedi. Hatta bir de ‘iş gücü anlaşması yapalım’ dedi. Ve az önce değerli Bakanıma da söyledim, İŞKUR vasıtasıyla nitelikli-niteliksiz Katar’a buradan bir miktar biz Türk vatandaşını da gönderebileceğiz, bu imkan da var. Ve bu dayanışmamız sebebiyle inanıyorum ki işsizler noktasında da ciddi bir değerlendirmeyi yapmış olacağız.
Bu meselede ayrıca Suriye’yle ilgili görüş farklılığımız olan ülkelere karşı özel bir husumetimiz yoktur. Bununla birlikte egemenlik haklarımızla ilgili hassasiyetimizden en küçük bir taviz vermemizi de kimse bizden beklemesin. Kardeşlerim, bu millet aç kalır, açıkta kalır, ama asla istiklalinden vazgeçmez. Bakınız Sokullu Mehmet Paşa İnebahtı Savaşıyla ilgili olarak ne diyor: ‘Biz Kıbrıs’ı almakla sizin kolunuzu kestik, siz ise İnebahtı’nda bizim sakalımızı tıraş ettiniz. Kesilen kol yerine gelmez, ama kesilen sakal daha gür olarak yeniden çıkar.’
Evet, Türkiye bugün de kendisine dost olanlara kazandıran, husumet besleyenlere kaybettiren bir konumdadır. Biz ilişkilerimizi kin, nefret, hırs gibi duygular üzerine değil insani ve diplomatik zemin üzerine kuran, yükselten bir ülkeyiz. Bu şekilde de inşallah devam edeceğiz.
Değerli misafirler,
Bugün Engelliler Günü, akşam Külliyemizde tüm engelli kardeşlerimle beraber olacağız. Gerçekten Başbakanlığım döneminde engelli kardeşlerimizin kamu kurumlarında yer alması noktasında çok büyük gayretlerimiz oldu. Az önce rakamlar da verildi. Ve bundan sonra da bu atılan temel üzerine engelli kardeşlerimizin devlette yer alması sürecini devam ettireceğiz. Çünkü biz her zaman şunu söyledik: Engelli olmak bir kader mağduru olmak değildir. Dolayısıyla biz onların o hayata ortak olma, hayata katılma aşklarını bu şekilde önce kamuda değerlendirelim diyoruz. Özel sektörde de işverenlerimiz de bu noktada gelsinler yine engelli kardeşlerimize kapılarını açsınlar. Ve gayet güzel, başarılı bir şekilde de bu süreci sürdürüyoruz.
Değerli konuklar;
Türkiye’nin her alanda olduğu gibi sendikacılıkta da yerli ve milli duruşa sahip kuruluşlara ihtiyacı olduğunu biliyoruz. TÜRK-İŞ ülkemizde işçi haklarının savunulması, sendikacılığın geliştirilmesi yanında çalışma hayatımızda, aynı zamanda milli meselelerimizle ilgili tavırlarıyla temayüz etmiş bir kuruluşumuzdur. Önümüzdeki dönemde TÜRK-İŞ’ten bu doğrultuda çok daha güçlü, çok daha net, çok daha gür sesli duruşlar beklediğimi ifade etmek istiyorum.
Sayın Başkana ve yönetimine bugüne kadar yaptıkları hizmetler için teşekkür ediyorum. Birliğiniz, beraberliğiniz daim olsun diyorum. Genel Kurulun Türkiye’nin 2023 vizyonuna uygun kararların alındığı bir iklimde gerçekleşmesini temenni ediyorum.
Bir kez daha 22. TÜRK-İŞ Genel Kurulunun hayırlı olmasını diliyor, sizleri sevgiyle saygıyla selamlıyorum. Allah’a emanet olun, sağlıcakla kalın.