Saygıdeğer hocalarım,
Bilim camiamızın kıymetli mensupları,
Hanımefendiler, beyefendiler;
sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyorum.
2015 Yılı TÜBİTAK Ödüllerine hak kazanan hocalarımızı, bilim insanlarımızı tebrik ediyor, kendilerine şahsım ve milletim adına şükranlarımı sunuyorum.
TÜBİTAK’ı, Sayın Başkanı ve ekibini, TÜBİTAK Bilim Kurulu’nun kıymetli üyelerini ödüllerin tespitinde gösterdikleri hassasiyet ve hakkaniyet için ayrıca kutluyorum.
Türkiye’nin dört bir yanındaki ve yurt dışındaki üniversitelerden 18 bilim insanımız yaptıkları başarılı çalışmalardan dolayı bugün ödüllerini alacaklar. Bu yıl verilen 4 bilim ödülü, bir özel ödül, 13 teşvik ödülü alan kıymetli bilim insanlarımızdan çok daha büyük başarılar bekliyoruz.
TÜBİTAK, 1966 yılından bugüne kadar, az önce de söylendi, 160 bilim ödülü, 87 hizmet ödülü, 470 teşvik ödülü, 15 özel ödül vererek 732 bilim insanımızı maddi ve manevi olarak desteklemiştir. Az önce yine söylendi, ama ‘et-tekraru ahsen velev kane yüz seksen’ diye bizde güzel bir söz var; marifet iltifata tabidir, dolayısıyla aksi olursa zayidir. TÜBİTAK ödülleri işte tam da bu sözün ifade ettiği anlam bakımından önemlidir.
Ödül kriterleri konusunda 2007 yılında yapılan değişiklikler yerinde gördüğümü -özellikle bunu belirtmek istiyorum- kemiyetle birlikte keyfiyeti de gözeten ödül sisteminin çok daha adil, çok daha gerçekçi olduğuna inanıyorum. Esasen Türkiye her alanda sayıyla, skorla, nicelikle birlikte kaliteyi, içeriği öncelik alan bir düzeye gelmiştir.
Bakınız, ülkemizde eskiden liseyi bitiren öğrencilerimizin en büyük sorunu üniversiteye girebilmekti. Çünkü üniversite sınavına giren kişi sayısıyla üniversiteye kayıt yaptırma hakkı elde edebilen kişi sayısı arasında 10 kata varan bir fark vardı. Yani sınava giren her 10 kişiden sadece 1 tanesi üniversite kapısından içeri girebilme hakkı elde edebiliyordu. Bu durum eğitim sistemimizde yukarıdan aşağıya doğru büyük bir baskıya ve tahribata yol açıyordu. Bu eksikliğin üzerine bir de katsayı gibi adaletsiz uygulamalar eklenince durum gerçekten vahim bir hale dönüşüyordu.
Geçtiğimiz 13 yılda açılan yeni üniversitelerle mevcut üniversitelerin geliştirilmesiyle adaletsizliklerin giderilmesiyle, Türkiye bu sorunu hamdolsun büyük ölçüde geride bıraktı. Bugün neredeyse lisans yerleştirme sınavına giren öğrenci sayısına yakın üniversite kontenjanına sahibiz. Artık üniversiteye veya herhangi bir bölüme yerleşebilme değil, hedeflenen üniversitelere, hedeflenen bölümlere girme yarışı söz konusudur. Üniversitelerimiz arasında da en başarılı öğrencileri kendilerine çekmek için artık tatlı bir yarış başlamıştır. Hem öğrencilerimizin, hem üniversitelerimizin içinde yer aldığı bu yarışı ülkemiz için doğrusu ben hayırlı görüyorum.
Eğitimdeki bu durum pek çok alan için geçerlidir; sağlıkta, ulaştırmada, sosyal politikalarda ve diğer pek çok alada sayısal alanda ulaşılan seviyenin kaliteyle tahkimi yönünde bir çaba vardır. İnşallah kısa sürede bu doğrultuda da çok önemli gelişmelere hep birlikte şahit olacağız.
Değerli hocalarım,
Kıymetli misafirler;
Geçtiğimiz 24 Kasım’da Öğretmenler Günü vesilesiyle burada, Külliyemizde öğretmenlerimizi misafir ettiğimizde de üzerinde durduğum bir konu oldu: Ülkemizde öğreten ve öğrenen arasındaki ilişki maalesef çok sığlaşmıştır. Hâlbuki bizim kültürümüzde öğreten muallimdir, yani ‘ilim tedris eden, eğitim ve öğretimi birlikte yürüten kişi’dir. Öğrenen de talebedir, yani ‘ilme talip, eğitimi ve öğretimi birlikte alan kişi’dir. Biz öğretmenliği ders anlatma ve not verme, öğrenciliği de sınava girme ve not alma düzeyine indirerek tarihi bir yanlışın içine girdik. Bir an önce muallim ve talebe kavramlarının derinliğini eğitim sistemimize hakim kılmak mecburiyetindeyiz.
Aynı şekilde âlim de adeta sırtımızı döndüğümüz kavramlarımız arasında. Ezeli ve ebedi hakikatin peşinde olmayı ifade eden alimlikle sadece ‘an’ın, bulunduğu ‘an’ın bilgisine sahip olmayı işaret eden bilgi sahibi olma arasındaki farkı doğru değerlendirmeliyiz. Bilim tarihinin en büyük isimlerini yetiştirmiş bir medeniyetin temsilcileri olarak, böyle bir daralmayı asla kabul edemeyiz.
Ömer Hayyam’dan Farabi’ye, İbn-i Sina’dan El-Cezeri’ye, İbn-i Haldun’dan Biruni’ye, Ali Kuşçu’dan Hezarfen Ahmet Çelebi’ye kadar farklı alanlarda dünya çapında isimlerin olduğu bir tarihin varisi olduğumuzu unutmamalıyız.
Biliyorsunuz, geçtiğimiz aylarda çalışmalarını Amerika’da sürdüren Profesör Doktor Aziz Sancar Hocamız Nobel Kimya Ödülü’ne layık görüldü. Bu durumu büyük bir memnuniyetle ve sevinçle karşıladık. Hâlbuki bizim her yıl bu şekilde dünya çapında ödül alan, ödüle aday gösterilen daha çok bilim adamımızın olması gerekiyor. Bize yakışan, olması gereken budur. Önümüzdeki yıllarda kendi üniversitelerimizde yaptıkları çalışmalarla bu tür ödüller kazanan pek çok bilim adamımızın olacağına inanıyorum. İnanmak, çalışmak ve istikrarlı olmak başarıya giden yolun en önemli basamaklarıdır.
Bizim istikrar konusunda sıkıntımız vardı. Geçtiğimiz 13 yılda edindiğimiz tecrübe, kat ettiğimiz mesafe bu konuda da önemli bir birikim ortaya çıkardı. Bundan sonra her alanda olduğu gibi bilimsel çalışmalarda da çıtayı yükseltmemiz, hedeflerimizi büyütmemiz gerekiyor. Bu konuda en büyük görev bilim dünyamızın siz kıymetli temsilcilerine düşüyor. Ben sizlere inanıyorum, güveniyorum. Devletimiz olarak da üzerimize ne düşüyorsa bunu yerine getirmeye hazır olduğumuzu özellikle burada ifade etmek istiyorum. Başbakanlığım dönemimde olduğu gibi Cumhurbaşkanlığım süresince de sizlere her türlü desteği vereceğimi ifade etmek istiyorum.
Türkiye’de 2002 sonrasında üniversitelerden yapılan bilimsel proje başvuru sayısında 6 kattan fazla, destek verilen proje sayısında 5 kata yakın artış yaşanırken, tahsis edilen bütçesi ise sadece bu iş için 17 kat artmıştır. Özel sektör ve kamu projelerine verilen desteklerde de aynı şekilde çok ciddi artışlar söz konusudur. Bilim insanı yetiştirme çalışmalarında da 3-4 kat varan artışlar olduğu görülüyor. İnşallah önümüzdeki dönemde bu çalışmaları desteklemeyi, teşvik etmeyi sürdüreceğim.
Değerli hocalarım,
Kıymetli misafirler;
Biz 2023 hedeflerimizi ilk ilan ettiğimizde bazıları bunlara inanmamış, hatta istihza ile yaklaşmıştı. Ülkemizin geldiği noktadan bihaber şekilde yaşayanlar, siyaset yapanlar bu hedefleri ham hayal olarak görüyordu. Eski Türkiye’nin standartlarıyla, vizyonuyla, imkânlarıyla düşünüldüğünde elbette bu hedefleri anlayabilmek çok zordu. Arka arkaya gelen krizlerin pençesinde kıvranan Türkiye’nin dünyanın en büyük 10 ekonomisinden biri haline gelebileceği düşüncesi bazılarının havsalasına dahi sığmıyordu.Yılda 500 milyar dolar ihracat hedefi henüz bu rakamın 10’da 1’ini dahi görmemiş olanlar için elbette inanılması güç bir hedefti. Geçtiğimiz yıl ulaştığımız 158 milyar dolarlık ihracatla bu hedefe doğru ilerliyoruz.
‘Savunma sanayinde dışa bağımlılığı tamamen ortadan kaldıracağız’ dediğimizde, dışa bağımlılığı yüzde 80 düzeyinde olan bir sektörden bahsediyorduk. Şimdiden savunma sanayinde dışa bağımlılığımızı hamdolsun yüzde 40’lara düşürmüş durumdayız; bu çok çok önemli bir adım. Eğer siz bu alanda bağımsızlığınızı sağlayabilirseniz, o zaman işte birileri böyle rasgele gelip de bu millete kafa tutamaz.
Dünyanın en iyi üniversitelerine, en önemli bilim insanlarına, en yenilikçi inovatif şirketlerine sahip bir Türkiye hedefine olan inanç, elde ettiğimiz her başarıyla biraz daha güçleniyor. Yaşadığımız güncel olaylar bizim eğitim, bilim, teknoloji çalışmalarımızın, bu alanlardaki hedeflerimizin, ısrarımızın ne kadar isabetli olduğunu ortaya koymaktadır.
Ebedi dostlukların ve ebedi düşmanlıkların olmadığı, dengelerin sürekli değiştiği bir dünyada milletimiz ve umutlarını bize bağlamış tüm kardeşlerimiz için her alanda kendi kendimize yeterli olmak durumundayız. Bunun yolu da araştırmadan, geliştirmeden, inovasyondan geçiyor.
Bakınız biz bazı savunma sanayi projesinde ciddi güçlükler yaşıyoruz. Projenin 10 unsurundan 9’unu kendimiz yapsak da, 1 tanesini dışarıdan temin etmek zorunda kaldığımızda o iş yürümüyor. O bir tek unsur, eninde sonunda sizin karşınıza bir engel olarak çıkıyor. Bu sorunu o kadar çok projede yaşadık ki artık adımlarımızı çok daha dikkatli atmak mecburiyetinde kalıyoruz. Yaşadığımız tecrübeler ve ortaya çıkan birikim ışığında adım adım bu meseleleri geride bırakmaya başladık. Aynı sıkıntıyı özel sektör firmalarımızın da yaşadığını biliyoruz.
Küreselleşme olgusunu elbette göz ardı etmiyoruz, böyle bir şey söz konusu değil. Artık bir bölgede baş gösteren ekonomik, sosyal, siyasi bir krizin dünyanın diğer kısmını etkilememesi mümkün değil. 2008 yılında Avrupa ve Amerika’da başlayan finans krizi tüm dünya ekonomisinde sarsıntıya yol açtı. İşte Suriye’de yaşanan istikrarsızlık komşularının ardından Avrupa’yı da tehdit etmeye başladı. Terörizmle ilgili sorunlar dünyanın pek çok yeriyle birlikte bölgemizde de ciddi bir sıkıntı olarak varlığını sürdürüyor.
Düşünün, biz 2 milyon 200 bin insana ev sahipliği yaparken Batılılar gibi bağırıp çağırmıyoruz. Niye? Bizim medeniyetimiz, bizim kültürümüz bize bu zenginliği, bu ensar zenginliğini kazandırdığı için biz onlar gibi bağırıp çağırmıyoruz. Ama onlar ‘Ne olur bunları bırakmayın, bunlar bize gelmesinler, eğer bunlar bize gelirse bizim halimiz ne olacak?’ diye feryat edip duruyorlar. Buraya ciddi bir soru işareti koymak gerekir. Fakat biz kararlılıkla yolumuzda devam ediyoruz. Çünkü biz yaratılanı Yaradan’dan ötürü sevdik, onun için de tüm insanlara bakışımız bu noktada bizim farklı.
Bunun yanında güçlü bir ekonomiye, güçlü bir devlet yapısına, güçlü bir toplum yapısına eğer sahip değilseniz bu sorunların her biri sizi rüzgârın önündeki bir yaprak gibi savurur, hiç beklemediğiniz, istemediğiniz yerlere sürükler. Şu anda hamdolsun güçlüyüz, onun için de bunlara katlanıyoruz. Batı bizden daha güçlü, niye bunlar acaba buna katlanamıyor? İşte o kültür.
Türkiye’nin tarihi ve coğrafi olarak zayıf olma şansı yoktur, güçlü olmaya mecburuz. Her zaman ifade ediyorum; eğer güçlü olmazsak, güçlü bir duruş sergileyemezsek bizi bu coğrafyada 1 gün bile barındırmazlar. Bu ifadem asla, hani zaman zaman söylerler ya, ‘üç tarafı denizlerle dört tarafı düşmanlarla çevrili bir ülke’ diye; ben bu ezberi tekrar etmek durumunda değilim, etmem de. Bilakis millet olarak tarihin ve coğrafyanın üzerimize yüklediği bu sorumluluktan, bu kaderden kaçma imkânımız olmadığını ifade ediyorum.
Onun için çalışacağız, çok çalışacağız ve başaracağız. Bunun için erkeğiyle, kadınıyla, öğrencisiyle, öğretmeniyle, işçisiyle, işvereniyle ve elbette bilim insanlarımızla hepimize düşen mesuliyetler var. Hepimiz yaptığımız işe bu anlayışla yaklaşmak, bu bilinçle, bu aşkla, bu duyguyla hareket etmek mecburiyetindeyiz.
Ben bu düşüncelerle sözlerime son verirken bir kez daha TÜBİTAK Bilim Ödülü, Özel Ödülü ve Teşvik ödüllerini kazanan bilim adamlarımızı tebrik ediyorum. Onlara bu çalışmalarını sürdürürken her türlü katkıyı veren eşlerine, yavrularına özellikle teşekkür ediyorum.
Cumhurbaşkanlığı Külliyesini teşrifiniz için her birinize teşekkür ediyor, sevgi ve saygılarımı sunuyorum.