Çok değerli muhtarlarımız,
Değerli kardeşlerim;
Sizleri en kalbi muhabbetlerimle selamlıyorum. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ne, milletin evine hoş geldiniz.
Ocak ayından bu yana sürdürdüğümüz muhtarlar toplantımızın 15’incisinde birlikteyiz. Bugün de Diyarbakır, Edirne, Erzurum, Gaziantep, İzmir, Malatya, Mersin, Samsun, Tokat ve Trabzon’dan gelen siz kıymetli muhtarlarımızı misafir ediyoruz. Ülkemizdeki muhtarların tamamıyla inşallah bu şeklide biraraya gelmeyi, hasbihal etmeyi ve hasret gidermeyi hedefliyoruz.
Bizim muhtarlarla buluşmalarımız sadece hasret gidermekten ibaret değildir, biz bu buluşmalar vesilesiyle muhtarlarımız nezdinde milletimizin tamamıyla ülkemizin ve dünyanın meselelerini istişare ediyoruz. Burada birlikte yaptığımız değerlendirmeler 81 vilayetimizin, 78 milyon vatandaşımızın tamamıyla birlikte tüm dünya tarafından da dikkatle takip ediliyor.
İşte bugünlerde de gündemimizde yeni boyutlar kazanarak derinleşen Suriye krizi var. Suriye konusu tıpkı Irak gibi, Mısır gibi, Libya gibi, tıpkı Balkanlar gibi, Kırım gibi, Kafkasya gibi bizim asli meselemizdir. Bizim tüm bu coğrafyaya bakışımız asla diğer ülkeler gibi olamaz. Diğer ülkelerin bu bölgelere ve orada yaşayan insanlara bakış açısı günün şartlarına, kendi çıkarlarına, konjonktüre göre değişebilir.
Biz, tarihle, kültürle, inançla, kardeşlik hukukuyla, velhasıl ortak bir kaderle bağlı olduğumuz bu büyük coğrafyadaki her meseleye kendi meselemiz olarak bakmak mecburiyetindeyiz. Bu bakımdan, Suriye meselesine diğer ülkelerin yaklaşımıyla bizim yaklaşımımız arasında çok derin farklar vardır. Biz Suriye’ye bakınca sadece Türkmen’iyle, Arap’ıyla, Kürt’üyle, Sünni’siyle, Alevi’siyle, diğer tüm toplum kesimleriyle binlerce yıldır birlikte yaşadığımız, yüzyıldır sınırlarımız ayrı olsa da gönüllerimiz bir olan insanları görüyoruz.
Suriye’ye atılan her bombanın yol açtığı tahribatı, yıkımı kendi yüreğimizde hissediyoruz. Orada ölen her masum çocuğun, kadının, erkeğin acısını kendi kalbimizde hissediyoruz. İnsanlığın ve medeniyetimizin en kadim izlerinin yer aldığı bu coğrafyada yok edilen her eserle birlikte hafızamızdan bir kare siliniyor. Daha önce Bosna’da, Karabağ’da yaşananlar için ne hissediyorsak, bugün de Suriye için aynısını hissediyoruz. Biz coğrafyamızdaki hiçbir konuya, hiçbir probleme ve hiçbir kesime karşı gözümüzü, gönlümüzü kapatamayız.
Ortadoğu ve Kuzey Afrika Bölgesi başkaları için bataklık olabilir. Ama bizim için oralar bin yıllık hatıralarımızın bulunduğu ayrılmaz bir parçamızdır. Kafkasya, Balkanlar, Orta Asya, Fergana Vadisi gibi yerler başkaları için ‘sorunlu bölgeler’ olabilir. Oralar bizim için kadim tarihimizin ve medeniyetimizin en değerli unsurlarıdır. Buraları ‘bataklık’, ‘kriz bölgesi’ yahut ‘çatışma alanı’ haline getiren bütün insanlığın maruz kaldığı küresel adaletsizliktir, bunu böyle görmemiz lazım. Güç mücadelesi için insan hayatının ayaklar altına alınmasıdır bu mesele. İşte biz bu yüzden ‘Dünya 5’ten büyüktür’ diyoruz.
Milletimizin ve coğrafyamızın işte bu köklü geçmişini bilmeyenler, bizim Suriye başta olmak üzere bölgemizdeki sorunlara yönelik samimiyetimizi de anlayamayabilirler. Nitekim anlamıyorlar. Bakıyorsun isminin önünde profesör yazıyor; ama bu inceliği, buradaki hassasiyeti alamıyor ve çıkıp ‘İşte Ortadoğu’daki yürütülen politikalarda Türkiye’nin durumu’ diyor. Bunların işi bu değil, anlamıyorlar. Bunlar ‘damdan düşen’ değil; bunlar sadece ideolojik bir kafa yapısıyla, mantığıyla olaylara bakanlar. Nerede bu ülkenin çıkarı var, nerede bu milletin çıkarı var, bunun hesabını bunlar yapmazlar. Onlar sadece, ‘Bizim siyasi partimizin menfaati nedir’; bunun hesabını yaparlar.
Biz millet için bakıyoruz, biz ülkemiz için bakıyoruz, kararlarımızı da buna göre veriyoruz. Ülkenin ve milletin mukadderatını ilgilendiren konularda başkaları gibi düşünenler, başkaları gibi tavır alanlar kökünden ve değerlerinden kopmuş mankurtlardır, bunu böyle biliniz.
Maalesef bölücü terör örgütünün eylemleri konusunda bu güruhun ihanete varan bir tutum içinde olduğunu görüyoruz. DAEŞ’in bombalı saldırılarında yine aynı güruhun benzer bir tavırla sahneye çıktığına şahit oluyoruz. Suriye sınırımızda yaşanan son olayda da bu güruh karakterini bir kez daha ortaya koymuştur. Esasen bunların 78 milyon içinde bir avuç azınlık olduğunu biliyoruz. Bunu azınlık hukuku açısından değerlendirmiyorum; ama kendilerini çoğunluğun üzerinde tahakküm edebilme garabeti içinde olduklarını ifade etmek istiyorum. Bütün bunlara rağmen üzüntü duyuyoruz. Hamdolsun, milletimiz irfanıyla, izanıyla, fehimiyle bunlara daima dersini vermiştir.
Biz, milletimizin bize verdiği yetki çerçevesinde tarihimize, coğrafyamıza karşı sorumluluklarımızı yerine getirmeye devam edeceğiz. Suriye’deki kardeşlerimizin kurtuluş mücadelelerinde yanlarında olmayı sürdüreceğiz. Biz onlarla soydaşız, bizim onlarla akrabalık bağlarımız var. Biz sipariş üzere mücadele vermiyoruz.
Daha önce Afganistan’da oynanan bir senaryonun şimdi farklı bir isimle Irak ve Suriye’de tedavüle sokulduğunu biliyoruz. DAEŞ adı altında hayata geçirilen projenin, tüm dünyada Müslümanlara yönelik ayrımcı, ırkçı ve İslamofobik bir kampanyanın aracı haline dönüştürülmeye çalışıldığının farkındayız. Suriye’ye güya DAEŞ’le mücadele adı altında askeri güç taşıyan; ama bugüne kadar DAEŞ’e neredeyse hiçbir zarar vermeden sadece rejime karşı mücadele eden ılımlı grupları hedef alanların gayesi ortadadır.
Değerli arkadaşlar,
Bugün burada DAEŞ meselesinin açıkça ortaya çıkmasını istiyor ve sizlerle paylaşmak istiyorum. Böylece bu örgütü bahane ederek bölgeyi dizayn etmenin, bölgeyle ilgili farklı projeleri hayata geçirmenin peşinde olanların asıl yüzlerini hep birlikte görmüş olacağız.
Şunu tüm samimiyetimle ifade etmek isterim ki, DAEŞ denen örgütle Türkiye’den başka ciddi olarak mücadele eden ülke neredeyse yoktur. Türkiye bu örgütü 2005 yılında eski isimleriyle terör örgütü olarak tanımıştır. 2013 yılından itibaren de yeni ismiyle aynı şekilde terör örgütü olarak kabul ettiğimiz bu yapıyla mücadelemizi kesintisiz bir şekilde sürdürdük, sürdürüyoruz.
Dolayısıyla, ülkemizin DAEŞ’le ilgili tutumu öten beri nettir, burada bir soru işareti yoktur. İster içeriden, ister dışarıdan, kimsenin ülkemizin DAEŞ’le mücadelesini tartışma konusu yapma, bu konuda bizi töhmet altında bırakma hakkı yoktur. Türkiye Cumhuriyeti’nin, cumhurun başkanı olarak, Cumhurbaşkanı olarak, Başbakanlığım dönemimde de bunu söyledim, şimdi de söylüyorum: Biz bu konuda en çok zarar gören, mağduriyete uğrayan ülkeyiz.
Değerli kardeşlerim,
Niğde, Şanlıurfa, Ankara, Diyarbakır ve Gaziantep’te Adıyaman’da DAEŞ terör örgütünün eylemlerine maruz kaldık. Bugüne kadar DAEŞ saldırılarında 140 vatandaşımızı kaybettik, 7 güvenlik görevlimizi şehit verdik. Aynı şekilde sınırımızda zaman zaman bu örgüt mensuplarıyla güvenlik güçlerimiz arasında çatışmalar yaşandı. Buna karşılık örgüte karşı kesintisiz bir mücadele yürüttük. 2011 yılından beri eski ve yeni ismiyle bu örgüte mensup yaklaşık 3 bin kişi gözaltına alındı, bunlardan yaklaşık 800’ü de tutuklandı. Örgüt mensuplarının üzerlerinde ve kaldıkları yerlerde kullanıma hazır 33 tane canlı bomba yeleğiyle çok sayıda silah ve patlayıcı ele geçirildi. Yabancı terörist savaşçılarla mücadele kapsamında 27 bin kişiye ülkemize giriş yasağı konmuş durumda. Aynı amaçla ülkemize geldiği tespit edilen 2600 kişi yakalanarak sınır dışı edilmiştir.
DAEŞ’in en önemli gelir kaynaklarından olan akaryakıt kaçakçılığını önlemek için sınırlarımızda aldığımız tedbirler sayesinde 2014 yılında 79 milyon litre kaçak akaryakıt ele geçirilmiştir. Sınırlarımızdaki akaryakıt kaçakçılığı neredeyse bitirilme aşamasına gelindi. Biz DAEŞ’in hem eylemleriyle, hem eleman temini yöntemleriyle, hem de gelir kaynaklarıyla işte böylesine yoğun bir mücadele içindeyiz. Dikkat ediniz, DAEŞ’le mücadele görüntüsü altında Suriye’de askeri faaliyet yürüten ülkelerin bir kısmı sadece rejim karşıtı muhalifleri hedef almıştır.
Şimdi burada bir şeyi söylüyorum, ekranları başında bizi izleyen milletime sesleniyorum, anı zamanda dünya medyasına sesleniyorum: Değerli kardeşlerim, Lazkiye ve Lazkiye kuzeyi, Bayırbucak Türkmenlerinin olduğu bölgede DAEŞ yoktur, kimse bizi ve dünyayı aldatmasın. Ve burada uçaklarla yapılan bombardımanlar neticesinde 1- 1.5 ay içerisinde 300’ü aşkın Bayırbucak Türkmen’i ölmüştür ve oradan Bayırbucak Türkmenleri artık bizim sınırlara doğru sığınmaya çalışıyorlar. Bunların bir kısmı bizim kamplarımıza yerleşmiştir. Ama bir kısmı da diyor ki biz topraklarımızda şehit olacağız. Bu sabah AFAD Başkanıyla görüştüm, dedi ki, ‘Gelmek istemiyorlar. Biz diyoruz ki, kamplarımız hazır, gelin.’ ‘Hayır biz burada şehit olacağız. Bize insani yardım yapın, o bize yeter, biz bu çadırların içerisinde yaşamaya devam edeceğiz’ diyorlar. Ve biliyorsunuz, dün de iki tane insani yardım götüren tır ne yazık ki bombalanmak suretiyle yandı ve 3 kişi şehit oldu, 7 kişi yaralandı.
Şimdi bütün bunlarla beraber ne diyorlar dünyaya? ‘Biz DAEŞ’le mücadele ediyoruz.’ Kusura bakmayın, DAEŞ’le mücadele filan ettiğiniz yok, siz sadece Lazkiye’nin kuzeyini boşaltmak için maalesef rejimle el ele, oradaki Türkmen kardeşlerimizi, Suriye vatandaşlarını öldürüyorsunuz. DAEŞ’le mücadele adı altında ülkede faaliyet gösteren diğer terör örgütlerini destekleme yanlışına düşenler de var. Biz Türkiye olarak ilkeli bir duruş sergileyerek, DAEŞ’e ve diğer tüm terör örgütlerine aynı şekilde kendi vatandaşlarına devlet terörü uygulayan Esad rejimine de karşı olduğumuzu ifade ediyoruz. Zira DAEŞ’in en büyük destekçisi Esad rejimidir.
Şimdi diyorlar ki, ‘DAEŞ’ten Türkiye petrol alıyor.’ Yetkili makamlarda olanlar söylüyor bunu. Çok ayıp, yazıklar olsun. Türkiye şu anda petrolünü de, doğalgazını da aldığı yerler bellidir. Biz bu noktadaki en büyük ithalatı Rusya’dan yapıyoruz, ikinci derecede İran’dan yapıyoruz. Azerbaycan’dan doğalgaz alıyoruz, Kuzey Irak’tan aynı şekilde alıyoruz. Bunun yanında Cezayir ve Katar’dan LNG alıyoruz, bizim aldığımız yerler belli. DAEŞ’ten bizim bu şekilde petrol aldığımızı iddia edenler bu iddialarını ispatla mükelleftir. Aksi takdirde, bu ülkeye kimse iftira atamaz, ben onları müfteri olmakla sıfatlandırırım.
DAEŞ çıkardığı petrolü Esad’a satıyor. Destek verdiğiniz Esad’la bunları konuşun, oraya satıyor, parayı oradan alıyor. Para kaynağı da belli zaten. Biz bu noktaya gelmek istemezdik. DAEŞ’in hem silah, hem finans gücünün arkasında illa bir yer aranacaksa, ilk bakılacak yer Esad rejimi olmalıdır, onunla birlikte hareket eden ülkeler olmalıdır.
120 ülke tarafından Suriye halkının gerçek temsilcisi olarak kabul edilen muhalif grupları hedef alanlar, doğrudan DAEŞ’e destek vermektedirler. Oradaki ılımlı muhalefet neyin mücadelesini veriyor? Topraklarını katil Esad’dan geri almanın mücadelesini veriyor. Esad, devlet terörü estiren bir insandır. Şu ana kadar 380 bin insanı öldüren Esad’a karşı durmayanlar, bilsinler ki tarihin önünde bunun hesabını veremeyeceklerdir. Nasıl oluyor da bunun yanında yer alıyorsunuz? Bunun yanında yer alanlar kalkıp da İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden bahsedebilirler mi? Bunun yanında yer alanlar insan haklarından bahsedebilirler mi? İşte biz bunların karşısına dikildiğimiz için menfaat şebekelerinin hoşuna gitmiyor. Ama biz her zaman zalimlerin karşısında, mazlumların yanında olduk, olmaya devam edeceğiz.
Şunu hiç kimse unutmasın; ülkemiz, kriz bölgelerinden Suriye ile 911 kilometre sınır boyuna sahip. Irak ile 384 kilometre uzunluğunda bir sınır boyunu paylaşıyor. Sınırın her iki tarafında yaşayan insanlar birbirlerine binlerce yıllık akrabalık, dostluk ve kardeşlik bağıyla bağlıdır. Antep ile Halep, Hatay ile İdlip, Urfa ile Rakka, Mardin ile Haseke iki farklı ülkenin, ama bir bütünün parçaları mahiyetindeki şehirlerdir. Bu bölgelerdeki insanlar için sınırlara çekilen tel örgülerin, ceplerde taşınan pasaportların manası başkadır, gönül dünyalarındaki kardeşliğin anlamı daha başkadır. Türkiye’nin uyguladığı açık kapı politikası ve sınır ötesindeki insani yardım çalışmaları, kardeşlerimize olan sorumluluklarımızın bir gereğidir.
Aynı şekilde Türkiye yılda, 37 milyon turistte ev sahipliği yapan bir ülkedir. Buna rağmen, özellikle yabancı terörist savaşçıların geçişinin engellenmesi hususunda çok yoğun çaba sarf ediyoruz. Ülkeye giriş yasağı ve sınır dışı uygulamasına ek olarak çeşitli havalimanı ve otobüs terminallerinde risk analizleri birimleri kurduk. Bu kapsamda 5 binin üzerinde yabancıyı mülakata tabi tuttuk, bunlardan durumu şüpheli görülenlerin ülkemize girişine izin vermedik. Fakat bu mesele sadece Türkiye’nin sınırlarında aldığı tedbirlerle çözülebilecek bir mesele değildir. Asıl önemli olan, kaynak ülkelerin Türkiye ile yakın işbirliği, bilgi ve istihbarat paylaşımı yapmasıdır.
Şimdi ben buradan bize söz söyleyen, itham yönelten ülkelere soruyorum: Bizim DAEŞ’le mücadele için yaptıklarımız ve sonuçları ortada, peki siz ne yaptınız? DAEŞ bahanesiyle muhalifleri hedef alanlara ve onlara ses çıkarmayanlara soruyorum: Guta’da kimyasal silahlarla 1500 masumu katleden muhalifler midir? Yermuk Kampında on binlerce Filistinliyi açlığa mahkum eden muhalifler midir? 380 bin insanı, kadın, çocuk, yaşlı, erkek, sivil ayrımı yapmadan konvansiyonel silahlarla, varil bombalarıyla, füzelerle, ağır silahlarla öldüren muhalifler midir? 12 milyon insanı yerinden, yurdundan göçe zorlayan muhalifler midir? 55 bin fotoğrafla belgelenen işkenceyle ve aç bırakılarak öldürülmüş 11 bin kurban kimin eseridir? Tüm bunların sorumlusu Esad rejimidir.
Televizyon ekranlarına çıkıp sadece ideolojik bakış açılarıyla, Türkiye’nin yönetimine fatura kesmeye çalışanlar, benim Esad’la o olumlu dönemlerdeki görüşmelerimi kalkıp diyorlar ki ‘Bir zamanlar gayet iyiydi araları, biraraya geliyorlardı ailece, o zaman diktatör değil miydi?’ O zaman on binlerce insanı öldüren bir Esad yoktu benim karşımda. Ve o zaman da kendisine tavsiyelerim şuydu: ‘Demokrasiye bir an önce gelin geçin, biz size bu konuda her türlü desteği verelim.’ Ve elemanlarını bize gönderdiği halde oraya dönemiyordu. Niye dönemiyordu? Çünkü çok partili bir siyasi hayata dönmek işine gelmiyordu. Daha sonra Tunus’ta başlayan Yasemin hareketi, Mısır’daki devamı, ondan sonra buraya gelişi ile herhalde bazı ürkeklikler meydana getirdi.
Kardeşlerim,
DAEŞ’in yaptıkları kesinlikle affedilemez, bu örgüte asla müsamaha gösterilemez. Sadece bu değil, PYD, YPG, ülkemizde PKK, Boko Haram ve El Şebab da aynı. Bunlar şu anda dünyada maalesef yaptıkları eylemlerle hakikaten affedilemez adımlar atıyorlar. Ve DAEŞ’in en büyük zararı İslam’a ve Müslümanlara verdiğini biz çok iyi biliyoruz. Ama Esad rejiminin DAEŞ’ten aşağı kalmadığının bir örgüt terörü ile devlet terörü arasında hiçbir fark olmadığının da görülmesi gerekiyor.
Paris’te öldürülenler için Ankara’daki kayıplarımız kadar bizim yüreğimiz yandı, biz aynı hassasiyeti aynı şekilde Suruç’ta da gösterdik, Gaziantep’te de gösterdik ve bunları sürekli dillendirdik. Suriye topraklarında rejim ve terör örgütleri tarafından katledilen masumlar için de gösteriyoruz, herkesten de bunu bekliyoruz.
Salı günü sabah saatlerinde Hatay’da yaşanan hadisenin bu çerçevede değerlendirilmesi gerekiyor. Şunu peşinen ifade etmek isterim ki; bu kesinlikle Rusya’yı hedef alan bir olay değildir. Türkiye, Esad rejimine bağlı unsurlar ve terör örgütleriyle benzer sıkıntılar yaşamış bir ülke olarak kara ve hava sahalarının güvenliği konusunda teyakkuz halindedir. Daha önceden ilan ettiğimiz, Rusya’ya da defalarca hatırlattığımız angajman kurallarımız gereği ülkemiz sınırlarının ihlaline anında karşılık veriyoruz. Bu izinleri önceden verilmiş otomatik bir tepkidir, bunun bilinmesi lazım. Daha önce buna benzer olayları 1-2-3-4 kez yaşadık. Salı sabahı da aidiyeti, milliyeti belli olmayan bir uçağın tüm ikazlara rağmen ısrarla sınırımızı ihlal etmesi üzerine bu kurallar işletilmiştir. Sınıra doğru gelen iki tane uçak, ama milliyeti belli değil ve 5 dakika içinde 10 uyarı yapılıyor. Bakın, şimdi sesli olarak bu uyarılar televizyonlarda da Silahlı Kuvvetler tarafından yayınlanıyor. Uçağın hangi ülkeye ait olduğu ancak olaydan sonra anlaşılmıştır. İnanın bana, Suriye’deki tüm hadiseler gibi bu olay da bizi ziyadesiyle üzmüştür. Çünkü biz en başından beri, bölgede kimse ölmesin, kimsenin burnu kanamasın diye uğraşıyoruz, çaba gösteriyoruz.
Konuyla ilgili teknik izahat Genelkurmay Başkanlığımız ve Dışişleri Bakanlığımız tarafından Rusya başta olmak üzere ilgili tüm ülkelere ve kurumlara yapılmıştır. Buna rağmen Rusya tarafından yapılan açıklamaları ve konuyla ilgisi olmayan alanlarda ortaya konan tepkileri üzüntüyle takip ediyoruz. Bizim Rusya’yla stratejik ortaklığımız var, ÜDİK denilen Üst Düzey İstişari Konseyimiz var. Ama bizim bu birlikteliğimiz dayanışmayı gerektirir. Bu birlikteliğimiz bizim birbirimizi bu anlamda tehdit etmemizi gerektirmez; bu bizi üzmüştür.
Kaldı ki, aidiyeti, milliyeti belli olmayan uçakların uyarılmasına rağmen bizim hava sahamızı ihlal etmesi, daha önce bunun 3 kez, 4 kez yapılmış olması artık tabii ki bir güvenlik nedeniyle atılmış bir adımdır. Suriye’yle bizim şu anda iç içe bulunduğumuz durum ortadadır. Biz bölgede yeni gerilimler çıkarmak değil, barışı ve huzuru temin etmek için çaba gösteriyoruz. Çok yönlü ve çok güçlü ilişkilerimizin olduğu Rusya’yı herhangi bir sınır ihlali olmadan hedef almamız için sebep yoktur.
Rusya’yla Suriye politikasında anlaşamıyor olmamız başka bir şeydir, angajman kurallarımızın işletilmesi başka bir şeydir. DAEŞ’le mücadele gerekçesiyle başlatılan, ama sadece muhalifleri hedef alan saldırılara karşı itirazlarımız elbette devam ediyor. Müttefik ülkelerle birlikte Cerablus’tan batıya doğru Suriye sınırlarımız boyunca insani güvenlik bölgesi oluşturma kararımız da aynı şekilde sürüyor. Dikkat edilirse, bizim çabalarımız Suriye sınırlarımızı DAEŞ’ten ve diğer terör örgütlerinden arındırma amacına yöneliktir.
Esad rejimine karşı mücadele eden muhalif unsurların desteklenmesi, uluslararası meşruiyete haiz bir çabadır. Esad rejimi ve terör örgütlerinin desteklenmesi ise tamamen ilgili ülkenin kendi kararıdır, uluslararası meşruiyete sahip değildir. Buradan bir kez daha ifade ediyorum; biz Bayırbucak Türkmenleri ile Esad rejimine karşı mücadele eden ılımlı muhalifleri, ılımlı muhalif grupları destekliyoruz, destekleyeceğiz. Çünkü bunlar mazlumdur, mağdurdur. Oradaki toprakların bunlar sahipleridir, akrabayız ve onlar bizim soydaşlarımızdır.
Ne Rusya’ya, ne de başka herhangi bir ülkeye karşı doğrudan askeri müdahalemiz söz konusu değildir. Herkesten egemenlik haklarımızı bir defa gözetmesi ve bu haklarımıza hassasiyet göstermesini bekliyoruz. Tüm dünyanın bizim haklı olduğumuzu kabul ettiği bir hadisenin siyasi ve ekonomik ilişkilerimizi kapsayacak şekilde genişletilmesini de doğru bulmuyoruz. Aynı ihlal bugün yapılsa Türkiye yine aynı karşılığı vermek durumundadır. Bu konuda ihlale maruz kalan değil, ihlali yapan ülkenin kendisini sorgulaması, hadisenin tekerrürü önlemek için tedbirlerini alması lazımdır.
Değerli kardeşlerim,
Bilindiği gibi Türkiye 1 Kasım’da tarihi önemde bir seçim yaşadı. 7 Haziran seçimlerinin ardından ortaya çıkan, ülkemizin istikrar ve güven ortamını tehdit eden manzara 1 Kasım’da tamamen değişti.
Bakın, şöyle bir açıklama yapılabilir mi? ‘Bu ülkede idarenin, idarecilerin ‘Türkiye’yi İslamlaştırma gayreti var’ diye bir açıklama yapılabilir mi? Demek ki ben, hükümet, bizler Türkiye’yi İslamlaştırma gayreti içindeyiz. Türkiye’nin yüzde 99’u Müslüman; bunu nasıl söylersiniz? Böyle bir ifade nasıl kullanılır? Ben kalkıp da Rusya için, ‘Rusya’yı yönetim Hıristiyanlaştırma gayreti içerisindedir’ diyebilir miyim? Orada da 30 milyon Müslüman var. Bu ne denli yanlış bir yaklaşımdır! Tayyip Erdoğan Müslümandır, yüzde 99’u bu ülkenin Müslüman; o zaman ben neyin gayreti içerisinde olacağım? Biz sadece dinimizin gereğini yapmaya gayret ediyoruz o kadar, yaptığımız iş budur, ama tespite bakın, şu yanlışa bakın.
Büyükelçiliğimizin taşlanması, camlarının, çerçevelerinin indirilmesi, bunlar doğru bir yaklaşım mı? Biz bugüne kadar her zaman bu tür eylemlere giren aşırı uçlara, fanatiklere hep emniyet teşkilatımızla karşı durmuşuzdur, hep engellemişizdir.
Bunlar önemli mi? Biz bunları çok da önemsemiyoruz. Ama biz stratejik ortağız. Bu yaklaşımlar siyasilere yakışıyor mu, bunlar olacak şeyler mi? Önce nerede hata yapıldığını siyasilerin oturup konuşması, askerimizin oturup konuşması, ondan sonra bu hataların karşılıklı olarak giderilmesi lazım, buna bakmamız lazım. Eğer buna bakmayıp da bu şekilde duygusal açıklamalar yapacak olursak doğru olmaz. Daha biz şurada G-20’de 15-16 Kasım’da Antalya’da gayet güzel oturmuşuz heyetler arası görüşmeler yapmışız, başa baş görüşmeler yapmışız, Suriye olayını daha önce de defaatle aramızda görüşmüşüz, ama ardından böyle bir şeyin olması bizleri üzmüştür.
Bakın, Meclisin toplandığı 17 Kasım Salı günü hiç vakit kaybetmeksizin AK Parti Genel Başkanı Sayın Ahmet Davutoğlu’na hükümeti kurma görevini verdim, 24 Kasım Salı günü de Sayın Davutoğlu’nun tarafıma sunduğu Bakanlar Kurulu listesini onaylayarak fiilen hükümet çalışmalarını başlatmış olduk. Dün Sayın Başbakan Hükümet Programı’nı Meclis’e sundu. Cumartesi günü Meclis’te Hükümet Programı’nın görüşmeleri yapılacak. Pazartesi günü de güven oylaması yapılarak bu süreç tamamlanmış olacak. Böylece, Türkiye yaklaşık 6 aylık bir aranın ardından yeniden, arkasında yüzde 49.5’luk millet desteği olan bir hükümetle yoluna devam edecektir. Bir kez daha seçim sonuçlarının ve yeni hükümetin ülkemize, milletimize, vatandaşlarımıza hayırlı olmasını Allah’tan temenni ediyorum.
Türkiye 2014 yılı Mart ayından beri arka arkaya gelen 4 seçimin ağır yükü altında kaldı. Her ne kadar ekonomiye olumsuz etkisi çok sınırlı kalmışsa da, bu seri seçim sürecinin yatırımlarda, büyümede, istihdamda, faizlerin düşmesinde bizi hedeflerimizin gerisinde bıraktığını da kabul etmeliyiz.
Özellikle 7 Haziran sonuçları herkesi çok tedirgin etmiştir. 12 yılı aşkın bir süredir güçlü tek parti hükümetleri ile yönetilmeye alışmış olan bir ülkede, hiç kimsenin koalisyon ihtimaline razı olmadığını hep birlikte yaşadık, gördük. Artık bu tedirgin dönemi geride bırakıp yeniden 2023 hedeflerimize odaklanmamız gerekiyor. Hükümetin büyük ölçüde geçtiğimiz 13 yıllık dönemin sürekliliğini sağlayacak bir yapıda oluşmuş olmasını Türkiye adına kazanç olarak görüyorum. Bu, hem devam eden çalışmaların kararlılıkla sürdürüleceği, hem gündemde olan projelerin süratle hayata geçirileceği, hem de yeni projeler için güç toplandığı anlamına geliyor.
Biliyorsunuz, Türkiye’nin 2023 hedefleri doğrultusunda İstanbul’da inşa edilen, 150 ila 200 milyon yolcu kapasitesine sahip, 2018’de ilk etabı bitecek, 2024’te de inşallah tamamı bitecek, dünyanın belki de bir numarası olacak yeni havalimanı var. 4 gidiş, 4 geliş, ortasından da yüksek hızlı trenin geçeceği Asya ile Avrupa’yı birbirine bağlayacak ve aynı zamanda bu da 3’üncü havalimanının yanından geçecek Bir Yavuz Sultan Selim Köprüsü var.
Trenlerin gidip geldiği Marmaray , onun biraz daha güneyinden, otomobiller geçeceği çift katlı Avrasya Tüneli var. Temelini atmıştık, şimdi inşallah önümüzdeki yıl bitiyor. Şu anda delme işlemi bitti ve Ahırkapı’dan o akrep gün yüzüne çıktı. Bunlar bir şeyi gösteriyor. Nedir o? Yeni Türkiye’yi gösteriyor. Lafla yeni Türkiye olmaz, işte yeni Türkiye böyle olur.
Bakın şimdi İstanbul’u İzmir’e bağlayan ve yolu 2,5-3 saate düşüren İzmit Körfez geçişi gibi, bunun yanında inşallah Kanal İstanbul gibi, hızlı tren hatları gibi çok önemli ulaşım projeleri var. Bunların inşaları ve başlama süreci hızla inşallah devam ediyor.
Önümüzde hedefe koyduğumuz önemli bir proje var. O nedir? Çanakkale Boğaz geçişi köprüsü... Artık oralarda biliyorsunuz sürekli arabalı feribotların hava bozduğu zaman geçişi çok sıkıntılı oluyor. Bu köprü yapıldığında o sıkıntı ortadan kalkmış olacak. Yeni hızlı tren hatları gibi bu tür projeler devam ediyor.
Enerji arz güvenliği bakımından Akkuyu ve Sinop nükleer santrallerine büyük önem veriyoruz, inşallah 3’üncüsüyle ilgili adım da atılacak.
Aynı şekilde önümüzdeki dönemde eğitim ve kültür politikalarının fiziki yenilenmeyle birlikte, geçen akşam öğretmen toplantısında da söyledim, mazrufta sıkıntımız var, yani zarfın içini bizim güçlendirmemiz lazım. Onun için milli eğitimde milliği güçlü bir müfredatı hayata geçirmemiz lazım, 12 yıllık süreçte belki de en zayıf kaldığımız alan bu oldu.
Kültür politikalarımızda da yoğun bir adım, yoğun bir programla, ulusal ve uluslararası bazda inşallah çok daha güçlü bir noktaya gelmemiz lazım. Hükümetimizin bu konuda da ciddi hazırlıklar içinde olduğunu biliyorum. Hamdolsun, Türkiye altyapı konusundaki eksiklerini tamamladıkça imkanlarının yükseltilmesi noktasında çok farklı bir seviyeye yükselmiştir.
Tabi en önemlisi yeni Anayasadır. Başbakanlığım döneminde gerçekten çok gayret etmeme rağmen, çok emek vermeme rağmen Türkiye’yi yeni bir anayasaya kavuşturamamış olmanın üzüntüsü içindeyim. Zira 4 siyasi parti bir araya geldik ve dedik ki, ‘Biz sayımıza bakmıyoruz, her parti 3’er tane üye versin, şurada bir anayasa izleme komitesi kuralım ve 3’er üyeyle bunu yapalım.’ Tabi aslında komisyonlar böyle oluşmuyor, Parlamento’da komisyonlar milletvekili sayınıza göre oluşur. Ama biz burada sayıdan vazgeçtik, dedik ki, ‘Gelin yeter ki bunu yapalım.’ Ve 60 maddeye kadar çıkıldı, orada tıkandı. Talepler geldi ve arkadaşlarımı gönderdim. Görüştüler ettiler, yok illa dördünün de imzası olacak. Diğerleri yanaşmıyor. Ana muhalefet partisine, ‘Gel beraber şu işi bitirelim’ dedik, gelmediler. Temenni ederim ki, şu anda siyasi partilerimiz halkımızın çok önemli bir beklentisi olan yeni anayasa konusunda oturur, dördü beraber yaparsa muhteşem olur. Yapmıyorsa iktidarla ana muhalefet bu işi aslında gerçekleştirmesi gerekir. Bu dönemde Türkiye’nin yeni anayasasına kavuşmasını canı gönülden arzu ediyorum. Cumhurbaşkanı olarak bu konuda teşvik edici, ön açıcı bir konumda bulunacağımdan kimsenin şüphesi olmasın.
Yeni anayasa hazıklıkları kapsamında başkanlık sisteminin konuşulmasından, tartışılmasından da kimse rahatsız olmasın. Partili cumhurbaşkanı olur, başkanlık sistemi olur, bundan niye rahatsız oluyoruz ki? Şurada G-20’yi yaptık değil mi? G-20 ülkelerinin en önde olanlarının hemen hemen hepsi başkanlık sistemiyle idare ediliyor ve buralara öyle geldiler. Dünyaya bakın, gelişmiş ülkelerin çoğu ya başkanlık sistemidir, ya yarı başkanlık sistemidir. Meclis’teki milletvekili dağılımı sebebiyle yeni anayasanın birden fazla partinin uzlaşmasıyla hazırlanma mecburiyeti vardır. Aynı şekilde hazırlanan anayasa nihayetinde milletin onayına, milletin takdirine sunulacaktır. Dolayısıyla, yeni anayasa hazırlıklarının cesaretle yürütülmesi gerekiyor. Milletten niye çekiniyoruz? Hazırlayalım, millete gidelim, millet versin kararı. Ya evet desin, ya hayır desin.
Milletimiz 13 yıldır verdiği güçlü demokrasi mücadelesiyle yeni anayasayı gerçekten hak etmiştir. Geldiğimiz noktada artık darbe anayasasıyla bu iş gitmez. Ne kadar değiştirirsek değiştirelim yamalı bohçaya döndü bu. Onun için de değerli kardeşlerim, mevcut anayasayla devam edilmesinde ısrarın kimseye faydası yoktur. Ben 26. Dönem Meclisinde aklıselimin galip geleceğini, milletimizin sesine kulak verileceğine inanıyorum. Ben bu düşüncelerle bir kez daha Cumhuriyet tarihimizin 64. Hükümetine, Başbakanımıza, Hükümette yer alan bakanlarımıza başarılar diliyorum.
Ülkemizin ve milletimizin meselelerine olan ilginiz sebebiyle siz değerli muhtarlarımıza şükranlarımı sunuyorum. Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’ni, milletin evini teşrifiniz için her birinize ayrı ayrı teşekkür ediyorum. Mahallelerinizdeki, köylerinizdeki her bir kardeşime selamlarımı, saygılarımı, muhabbetlerimi iletmenizi rica ediyorum.
Biraz sonra yemekte tekrar birarada olacağız, şimdilik sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyor, Allah yar ve yardımcımız olsun diyorum.