Hırvatistan Cumhurbaşkanı Sayın Grabar Kitaroviç,
Arnavutluk Başbakanı Sayın Edi Rama,
Saygıdeğer bakanlar,
Değerli katılımcılar, kıymetli misafirler;
Sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyorum. Türkiye’ye ve İstanbul’umuza hoş geldiniz.
Atlantik Konseyi tarafından bu yıl İstanbul’da 7. düzenlenen Enerji ve Ekonomi Zirvesi’ne katılmaktan ve sizlerle birarada olmaktan duyduğum memnuniyeti özellikle vurgulamak istiyorum.
Bu toplanın G-20 Antalya Zirvesi’nin hemen arkasından düzenleniyor olmasını da ayrıca önemli görüyorum. Bu vesileyle Atlantik Konseyi’ne, konseyin İstanbul Ofisi’ne ve bu toplantının düzenlenmesinde katkısı, emeği olan herkese teşekkür ediyorum.
2010 yılından bu yana İstanbul’da düzenlenen Atlantik Konseyi Enerji ve Ekonomi Zirvesi, bu alanlardaki gelişmeleri ele alma imkânı veren önemli bir platformdur. Zirve boyunca enerji ve ekonomi başlığı altında düzenlenecek panellerin ufuk açıcı geniş değerlendirmelere vesile olacağını düşünüyorum. Bu gibi platformların Amerika Birleşik Devletleri ile resmi düzeydeki ilişkilerimize de ciddi katkı sağladığına inanıyorum.
Değerli misafirler;
Tüm dünyanın farklı açılardan tarihi sınamalardan geçtiği hassas bir dönemin içindeyiz. Ekonomik durgunluk, fakirlik ve gelir dağılımındaki adaletsizlikler gündemimizdeki yerini koruyor. İç çatışmalardan kaynaklanan büyük göç hareketleri, terör, doğal kaynakların tüketilmesi gibi küresel sorunlar giderek daha fazla öne çıkmaya başladı. Bunların hepsiyle de hızlı, etkin ve kararlı bir şekilde mücadele etmek mecburiyetindeyiz.
Hiç kimse yaşanan krizi veya yaşanan insani krizlerden kendini tecrit etme hakkına ve lüksüne sahip değildir. Güvenlik kaygılarının artması karşısında en iddialı ekonomiler, en gelişmiş ülkeler dahi çaresiz kalabilmektedir. Bugün Türkiye, güvenlik kaygılarının odağı olan bölgenin hemen yanında istikrarını ve kalkınmasını sürdürme mücadelesi veriyor.
Terörle mücadelemizin geçmişine baktığımız zaman yaklaşık 35 yıldır biz terörle mücadele ediyoruz. Güney sınırlarımızda başlayan ve girift boyutları olan hadiseler, tüm dünya için uzun vadeli sonuçlar doğurabilecek niteliktedir. Göçmen meselesi başta olmak üzere bu sorunların ağır sonuçlarıyla yüzleşiyoruz.
Maalesef Türkiye insani krizler karşısında verdiği onurlu mücadelesinde yalnız bırakıldı. Yaklaşık 5 yıldır Suriye ve Irak’tan gelen 2,5 milyon göçmenin yol açtığı ekonomik ve sosyal yükün tamamını ülke olarak tek başımıza biz karşıladık, biz sırtlandık. Bakınız sadece Suriye’den gelen göçmenlere kamplarda verdiğimiz hizmetler için harcadığımız para, sadece kampları söylüyorum, 8,5 milyar dolardır. Peki, bu kamplarda ne kadar kişi yaşıyor? 280 bin. Bunun dışındakiler ülkemizin değişik şehirlerine dağılmış vaziyette. Sadece İstanbul’umuzdaki göçmen mülteci sayısı ne biliyor musunuz? Yaklaşık 500 bin.
Bunun sosyolojik travmalarını düşünebiliyor musunuz? Bunun meydana getirdiği psikolojik travmayı düşünebiliyor musunuz? Hem o gelenlerde meydana gelen travma, hem de bizim toplumumuzda meydana getirdiği travma… Bunları düşündüğümüz zaman insanlık, ‘Türkiye nasıl olsa bunun hakkından gelir’ deme lüksüne sahip mi? Acaba devletler böyle bir lükse sahip mi?
Bu dünyayı beraber paylaşıyoruz. Dünya barışına hep birlikte katkı vermek zorundayız. ‘Başının çaresine baksın, ne olursa olsun’ deme lüksüne aslında hiçbirimiz sahip değiliz. Ama biz 35 yıldır hem içimizde terörle mücadele ettik, şimdi de bu mültecilere, bu göçmenlere kapımızı kapamadık, kapımızı açtık. Çünkü biz varil bombaları altında olan o insanlara kapımızı kapayamazdık. Sivil toplum kuruluşlarımız ve hayırsever vatandaşlarımız şu anda İstanbul’da olduğu gibi şehirlerimizde yaşayan göçmenler için parayla mukayese edilemeyecek yardımlar yapıyoruz. Buna karşılık uluslararası toplum, bilhassa da Avrupa ülkeleri bu sorunu görmezden gelmekle kalmadı, krizin daha da derinleşmesine yol açacak bir tutum içine girdi.
Geçtiğimiz Cuma gecesi Paris’te yaşanan terör eylemleri, hem terörizmle mücadele, hem de göçmenler konusunda bizleri yeni bir yol ayrımına getirdi. Antalya’da yapılan Liderler Zirvesi’nde G-20’de bu meseleyi enine-boyuna konuştuk. Yaptığım ikili görüşmelerde -ki 17 ülkenin lideriyle başa-baş görüşmelerim oldu ve heyetler arası görüşmeler yaptık- bunları bütün teferruatıyla değerlendirdik.
Zirve sonunda mutat bildirinin yanında, bir de terörizmle mücadele bildirisi yayınladık. Bu bildiride Paris, Ankara, Gaziantep, Beyrut, bütün buralardaki saldırıları kınadıktan sonra terörle mücadele konusunda birlik içinde olduğumuzu vurguladık. Terörizmin herhangi bir dinle, milliyetle, uygarlıkla veya etnik grupla ilgili hale getirilemeyeceğini özellikle belirttik.
Şunu burada çok açık, samimi olarak söylüyorum: Ben bir Müslümanım, İslam ‘seleme’ kelimesinden türemiştir, yani Arapça ‘barış’ anlamına gelmektedir. Barış dini olan bir İslam’ı gölgeleyen DAEŞ denilen bir terör örgütü var. Bu terör örgütü nereden türedi? El Kaide’den. Bunun yanında ülkemin içerisinde terör örgütleri var PKK gibi, Suriye’nin kuzeyinde PYD gibi, YPG gibi terör örgütleri var. Afrika’ya gidiyorsunuz, bakıyorsunuz Boko Haram var. Bütün bunlar hangi dinden olursa olsun, değerli dostlar, şunu bir defa iyi bilmemiz lazım; hiçbir dine o dinin olumsuz, kötü insan tipleri üzerinden yargılama yapamayız, yapmamalıyız. O dinin diğer mensuplarına asla böyle bir yaklaşım gösteremeyiz. Bunlar Müslümanların arasından çıktığı gibi Hristiyanların arasından da çıkar, Musevilerin arasından da çıkar. Aynı şekilde mezhepleri içinden birçok çıkanları var.
Ben şu anda mensubu bulunduğum, şeref duyduğum dinimin içinden çıkan bu teröristleri şiddetle lanetliyorum, telin ediyorum. Ve bu noktada bizler G-20’de de bunu konuştuk, dünya Müslümanları olarak halkı Müslüman olan ülkelerin siyasi liderlerini de ağırlıklı olarak tavır koymaya davet ederken, aynı şekilde ilim adamlarını da bu konuda tavır koymaya, hatta hatta din adamlarını da bu konuda tavır koymaya davet ettik, davet ediyoruz. Bunu hep birlikte yapmak durumundayız. Eğer yapamazsak, bugün Ankara’da bizim kapımızı çalan, bunu geçenlerde söyledim, yarın da sizin kapınızı çalar.
Nitekim Paris’te kapıyı çaldı. Fakat Paris’le bitti mi? Başka bir yerde de bu kapıyı çalar. Onun için de bu tavrı uluslararası bir mutabakat içerisinde ele almak durumundayız. Dışişleri bakanlıklarımız, içişleri bakanlıklarımız, bütün istihbarat örgütlerimiz birlikte yoğun bir çalışmanın içerisine girmek durumundadır. Çünkü bu dünya barışı bir ülkenin, iki ülkenin değil tüm dünyanın ortak meselesidir, sorunudur.
Değerli katılımcılar;
Zirveye katılan, nüfusu Müslümanlardan oluşan ülkelerin liderleri olarak aşırıcılıkla mücadele konusunda birlikte ve kararlı bir mücadele verme konusunda hemfikir olduğumuzu gördük. Bu mutabakat, nüfusu Müslümanlardan oluşan diğer ülkelerin de katıldığı bir mutabakat olacaktır, buna inanıyorum. Bu konuyu ikili temaslarımızda ve birlikte olacağımız her platformda dile getirecek, kararlılığımızı tüm dünyaya göstereceğiz. Nitekim G-20 Zirvesi esnasında Diyanet İşleri Başkanlığımız da bu konuyla ilgili bildirisini tüm dünyaya, liderlere duyuracak şekilde açıkladı.
Tabii bu arada diğer ülkelere düşen de önemli bir görev var; Avrupa başta olmak üzere Müslümanların azınlıkta olduğu ülkelerde, bilhassa Müslümanlara karşı giderek önyargılı, menfi ve dışlayıcı bir havanın yayılmakta olduğunu görüyoruz. Nitekim bizler Paris saldırısını tüm samimiyetimizle kınarken, Fransız halkının acısını paylaşırken, çeşitli ülkelerde Müslümanlara yönelik saldırı haberleri almaya başladık.
Burada şu hususun altını özellikle çizmek isterim: Bilhassa göçmenlere yönelik tutumların sertleşmesi, yaşanan insani dramı derinleştirmekten başka işe yaramayacaktır. Bu konuda dünyadaki tüm liderlerin toplumlarına sağduyu çağrısı yapmalarını bekliyoruz. Türkiye olarak biz bu konuya herkesten daha fazla hassasiyet gösteriyoruz.
Ben gece 01:30’da Antalya’da basın açıklaması yaptım. Ve o andan itibaren de sürekli Sayın Hollande’ı aradım ve sabah kendisiyle de görüşmemizi yaptık. Niye? Çünkü teröre karşı omuz omuza olduğumuzu göstermek durumundayız. Bizim sadece Avrupa’da 5 milyon vatandaşımız veya Türk kökenli insanımız yaşıyor. Geçmişte bir ailenin 5 ferdinin yakılarak öldürüldüğü Solingen katliamı gibi, 8 kardeşimizin hayatını kaybettiği Neonazi seri cinayetleri gibi bizim acı tecrübelerimiz var. Bizim Avrupa’nın birçok yerlerinde maalesef öldürülmüş büyükelçilerimiz var, biz bunların hep acılarını yaşadık. Norveç’te 77 kişinin hayatını kaybettiği ırkçı eylemi de unutmuş değiliz, onların içinde de bizim 1 vatandaşımız maalesef öldü.
Avrupa’da ve diğer ülkelerde tırmanan ırkçı saldırıların ve fanatik akımların önüne geçilememesi halinde yeni ve tehlikeli faciaların yaşanması kaçınılmazdır. İslam düşmanlığı ile birleşen ırkçılığın, özellikle Avrupa için ifade ettiği tehlikeyi, tüm ülkelerin, tüm liderlerin gördüğüne inanıyorum.
Biz nüfusu Müslümanlardan oluşan devletlerin liderleri olarak aşırıcılıkla mücadele ederken her türlü aşırıcılığı lanetliyorum, kınıyorum. Diğer ülkelerden de benzer bir yaklaşımı kendi toplumları için beklemenin hakkımız olduğunu düşünüyoruz.
Bölgemizdeki ülkelerde yaşanan insani dramların ve terörizm faaliyetlerinin öncelikli sebeplerinin doğru anlaşılması şarttır. Bugün yaşadığımız insani krizlerin ve terör olaylarının baş müsebbibi kendi halkından 380 bin kişiyi katleden Esad rejimidir. Esad, bir devlet terörü estirmektedir. Çok açık, net söylüyorum; devlet terörü estiren bu kişinin arkasında duranlar, en az onun kadar suçludur. Varil bombalarıyla, kimyasal ve konvansiyonel silahlarla katledilen bu 380 bin Suriyeli bir istatistik değil her biri bir candır, insandır. Ve hala ‘gitsin mi-gitmesin mi’ tartışmasının tüm Suriye halkına değil insanlığa ne tür bir mesaj olduğunu çok iyi değerlendirmemiz lazım. Rejim iktidarını mezhep çatışması ve terör örgütlerinin faaliyetleri üzerinden sürdürmeye çalışmaktadır.
Bundan şöyle kısa bir süre önce San Petersburg’da yaptığımız G-20 Zirvesi’nde enteresandı, neyi tartıştık biliyor musunuz? Tabii karşı çıktım, tartışılan şuydu: Kimyasal silahların kullanılıp-kullanılmaması meselesi. ‘Tamam kimyasal silahlar kullanıldı da kaç kişi öldü kimyasal silahlarla?’ 1500 kişi. Peki konvansiyonel silahlarla kaç kişi öldü? O zaman 120 bin kişi. Şimdi konvansiyonel silahlarla öldürülenleri bir kenara koyuyoruz, kimyasal silahlarla öldürülen 1500 kişiye ‘efendim bunun hakkında kanun var, dolayısıyla bu konudan hareketle cezalandırmamız lazım.’ Tamam da, 120 bin kişi konvansiyonel silahlarla öldürülürken, bu konvansiyonel silahları acaba bu Suriye’ye kim verdi, kimler gönderdi; bunun üzerinde niye durmuyoruz? Bizim için önemli olan sebep-netice ilişkisidir. Eğer neticesi ölümse, onun sebebi ne olursa olsun hepsi o neticenin sorumlusudur, bunun üzerinde durmamız lazım.
Bugün bölgedeki tüm terör örgütleri doğrudan veya dolaylı olarak Esad rejimine hizmet etmektedir. DAEŞ, Esad tarafından desteklenmektedir. Esad, şu anda DAEŞ’in petrolünü almakta ve paraya çevirmektedir. Bunu görmemek için kör olmak lazım, bu açıkça ortada. Bu bakımdan DAEŞ ile PYD’nin, YPG’nin hiçbir farkı yoktur. PYD’yi Esad desteklemektedir. Ama düne kadar oradaki Kürtlere düşmandı Esad. Bizim görüşmelerimizin de iyi olduğu zamanlarda Suriye’de yaşayan Kürtlere kimlik kartını vermiyordu, nüfus kâğıdını vermiyordu. Biz diyorduk ki, ‘Ne yapıyorsun ver, bu senin vatandaşın.’ Vermiyordu. Pasaport vermiyordu, Biz ona tam aksine baskı yapıyorduk.
Ama şimdi bayağı kuzu sarması oldular, bu hale geldiler. DAEŞ’le mücadele adı altında PYD’ye destek veren bu iki örgütle de aynı nazarla bakmayan herkes bir şekilde terörizme müsamaha gösteriyor demektir. Hele DAEŞ üzerinden İslam’ı ve Müslümanları tahkir edenler kesinlikle büyük bir yanlışın içindedir.
Esasen El Kaide, Boko Haram gibi İslam’ı istismar eden tüm terör örgütleri ekseriyetle Müslümanları katletmekte, Müslümanlara zarar vermektedir. Bu örgütlerin hiçbirinin İslam’la en küçük bir ilişkisi yoktur, olamaz. Bu örgütlerin katlettiği her bir masumun kanı, onların gerisindeki güçlerin de eline bulaşmaktadır. G-20 Zirvesinde nüfusu Müslümanlardan oluşan ülkeler olarak üzerinde mutabık kaldığımız tutumu tüm İslam dünyasına yayarak bu tür fitne kaynaklarını kurutma yolunda önemli bir adım attığımıza inanıyorum.
Değerli misafirler;
Suriye ve Irak başta olmak üzere sorunlu bölgelerden Avrupa’ya yönelen göçmen akını Türkiye-Avrupa Birliği ilişkilerinin önemini bir kez daha ortaya koymuştur. Şu gerçeği artık herkesin görmesi gerekiyor: Türkiye ile Avrupa Birliği arasındaki etkin işbirliğinin Avrasya ve Ortadoğu’yu ilgilendiren çeşitli alanlarda derin tesirleri olacaktır. Türkiye ile olumlu ilişkiler kuran herkes gibi Avrupa Birliği de bundan kazançlı çıkacaktır. Bu bakımdan ülkemizle Avrupa Birliği arasındaki ilişkilerin güçlendirilmeye ihtiyacı vardır. Türkiye’nin gerek bölgesinde, gerek küresel düzeyde bir aktör, bir ortak olarak değeri ortadadır. Avrupa’nın bugün en çok ihtiyaç duyduğu ekonomik ve sosyal dinamizmi, üye olması halinde birliğe kazandırabilecek tek ülke Türkiye’dir.
Biz yakın coğrafyamızda yaşanan tüm sorunlara rağmen güçlü demokrasimiz ve istikrarlı ekonomimizle geleceğe umutla bakıyoruz. Kendi ülkemizle birlikte işbirliği halinde olduğumuz tüm dost ve kardeş toplumları da refah ve kalkınma içinde görmek istiyoruz.
Son 13 yılda ekonomik, sosyal, kültürel ve insani düzeydeki ilişkilerimiz geniş bir coğrafyada katlanarak artmıştır. İkili ve bölgesel düzeyde çok sayıda diyalog ve işbirliği mekanizmasının kurulmasına öncülük ettik. Bilhassa az gelişmiş ülkelerin kalkınma çabalarına katkı sağlamak için özel gayret gösterdik. Bakınız 2014 yılında 4,5 milyar dolara ulaşan insani yardımlarımızla OECD ülkeleri arasında kalkınma yardımlarını en fazla artıran ülke olduk. Bu doğrultudaki çabalarımızı yoğunlaştırarak devam ettireceğiz.
Değerli misafirler;
Enerji, kalkınma alanındaki çalışmalarımızın en başta gelen konularından biridir. Dünya enerji haritasının değiştiğini, enerji alanında yeni aktörlerin ortaya çıktığını görüyoruz, biliyoruz. Tabii enerjinin çeşitlendirilmesi şart. 13 yıl önce Türkiye de bu noktada çok ama çok fakirdi, onu da açıkça söyleyeyim. Kaynaklarının olmayışından değil, var olduğu halde bunların devreye alınmamasından, alınamamasından dolayı çok fakirdi. Enerji üreten ve tüketen ülkelerin kavşağında bulunması ülkemize büyük bir sorumluluk yüklüyor. Enerji güvenliğinin sağlanmasında üretici, transit ve tüketici ülkeler arasındaki -ki buna 3T diyorum- etkin işbirliğinin önemli olduğuna inanıyoruz; yani tedarik, transit, tüketici. Barış, istikrar ve refah aracı olması gereken enerji, ihtilaflar yerine işbirliklerini teşvik etmelidir.
Orta Asya ve Hazar Havzası doğalgazının ülkemiz üzerinden Avrupa’ya sevki, Avrupa’nın enerji arz güvenliğine katkıda bulunacaktır. Bu amaçla Amerika’nın da desteğiyle Azerbaycan ve Gürcistan’la birlikte büyük projelere imza attık ve atmaya devam ediyoruz.
Geçmişte bazı çevrelerce bir hayal olarak görülen Bakü-Tiflis-Ceyhan ve Bakü-Tiflis-Erzurum projelerini başarıyla hayata geçirdik. Olmaz diyorlardı, buyurun oldu. Bütün mesele; inanmak, azmetmek ve adımı atmak...
2007 yılında ise Türkiye Yunanistan Enterkonnektörüyle Azeri gazının alternatif bir güzergâh üzerinden Avrupa’ya ihracına vesile olduk. Kerkük-Ceyhan, İran-Türkiye, Mavi Akım da hayata geçirdiğimiz diğer boru hatlarıdır.
Azerbaycan’la birlikte geliştirdiğimiz Trans Anadolu Doğalgaz Boru Hattı Projesi TANAP, ülkemiz topraklarında inşa edilecek en uzun boru hattı olacaktır. Temelini attık ve şu anda inşaatlar yoğun bir şekilde devam ediyor. Böylece Azeri gazının hem ülkemize, hem de Avrupa’ya taşınması sağlanacaktır.
Şimdi buradan ben Avrupalılara sesleniyorum, Avrupa Birliği’ne sesleniyorum; biz sizinle de Nabucco’yu imzaladık. Nabucco’yu imzaladığımızdan bu yana 6 yıl geçti. Bakın, niye adım atamadık? Sen para çıkarmazsan, tedarik bunu halletmezse bu iş yürümez. Ondan sonra faturayı nereye kesiyorlar? Türkiye’ye. Bize niye fatura kesiyorsun? Biz diyoruz ki, bizim her şeyimiz hazır, biz varız. Ama bizim görevimiz ne? Transit, biz buna varız. Bizim bir özelliğimiz daha var, tüketiciyiz, buna da varız. Ama sen tedarik yaptın mı, parayı getirdin mi? Bak Azerbaycan adımı attı ve biz de kalktık Azerbaycan’a ortak olduk. Ve şu anda ortaklar olarak el ele verdik, temeli attık ve şu anda da ihaleler yapıldı, inşaatlar hızla devam ediyor. Türkmen doğalgazı başta olmak üzere alternatif kaynakların da bu boru hattına aslında dahil edilmesi için ayrıca şu anda bir çalışmaya yürütüyoruz, TANAP’a. Doğu Akdeniz, Irak, İran ve Hazar Bölgesiyle ilgili ülkemizin enerji merkezi özelliğini güçlendirecek yönde gelişmeler var.
Değerli katılımcılar;
Dönem Başkanlığını yürüttüğümüz bu süreç içerisinde G-20 çerçevesinde enerji konusunu ilk defa ön plana çıkaran biz olduk. Ve burada bir enerji toplantısı yaptık, bu salonda. Niye? Dedik ki G-20’de enerji olayını güçlü olarak ele alalım. Antalya Zirvesi sırasında yapılan görüşmeler ve zirve sonunda kabul edilen bildiriyle Antalya Eylem Planı bu bakımdan önemlidir.
Biliyorsunuz dönem başkanı olarak önceliklerimizi üç temel kavram etrafında tanımlamıştık; bir kapsayıcılık, iki uygulama, üç yatırımlar. Ve bu önceliklerimiz içerisinde kapsayıcılığın önemi nereden geliyor? İlk defa biz bu zirvede kadını bir defa bir başlık olarak gündeme aldık, Kadın-20, aynı şekilde Genç-20 onlar bu zirvede yerini aldı. Ama adalet temasını öne çıkardık. KOBİ’leri, küçük-orta boy işletmeler konusunu öne çıkarmak suretiyle dedik ki ‘kapsayıcılığı burada ana başlıklardan bir tanesi yapalım.’ Ve şimdi Çin Zirvesi’nde de kapsayıcılık yine yerini alıyor.
İkincisi uygulama. Nedir uygulama? Tamam, bütün bu adımları atıyorsunuz, ama acaba bunlar uygulandı mı, uygulanıyor mu, çalışmalar devam ediyor mu-etmiyor mu, bunların takibi; bu çok önemli.
Üçüncüsü de, yatırımlar. Ve 2030’da hedef 80-100 trilyon dolar arasında yatırımın az gelişmiş, en az gelişmiş ülkeler, gelişmekte olan ülkelerde gerçekleşmesi... Bu nasıl olacak? Ha bunun için de sır düşünce, kamu-özel işbirliğidir. Kamu-özel işbirliğinin olmasıyla bu alt yapı yatırımlarının gerçekleşmesi mümkün, Türkiye bunun örnekleriyle dolu. Bunları gündeme taşımış bulunuyoruz.
Bu önceliklerimiz G-20 ülkeleri tarafından kabul gördü ve desteklendi. G-20 olarak ortak hedefimiz; güçlü, sürdürülebilir, dengeli ve artık bu yılla birlikte kapsayıcı bir küresel büyümeyi temin etmektir.
Küresel ekonomideki yavaş toparlanma ve finansal piyasalardaki belirsizlikler yeni risklere işaret ediyor. Bu bakımdan geçtiğimiz yıl kabul ettiğimiz büyüme stratejilerinin uygulamaya konması ve küresel piyasalara güven verilmesi büyük önem taşıyor.
Tabii ki yine enerjiyle alakalı olarak hiçbir şeyi boşa çıkarmamız lazım. Bakın esen rüzgârdan enerji elde etmek önemli. Güneş sadece bizi ısıtmamalı, aynı zamanda onun verdiği enerjiyi de bizim her alanda değerlendirmemiz lazım.
Tercümeyi arkadaşlar iyi yaparsa bir söz söyleyeceğim: Bizim aslında suyumuz çok fazla değil. Ama buna rağmen sular akardı, denizle buluşurdu ve o zaman bizde bir söz üretilmişti. Neydi bu söz biliyor musunuz? ‘Su akar, Türk bakar.’ Dedik ki, bu böyle olmaz. Şimdi bunu değiştirdik; ‘Su akar, Türk yapar’ dedik, buna dönüştürdük. Ve yoğun bir şekilde hemen hidroelektrik santrallere girdik. Ve hidroelektrik santrallerle birlikte biliyorsunuz yatırımı yüklü, ama işletmesi ucuz olan bir anlayış, bunu değerlendirdik. Ve aynı şekilde RES’lere, yani rüzgâr enerji santrallerine yüklendik. Şimdi güneş enerji santrallerine yükleniyoruz. Doğalgaz filan iyi, güzel de; eğer siz bunu kendiniz üretmiyorsanız, sizde yoksa, maliyeti yüksek... Bunlar tabii aynı zamanda da yenilenebilir enerji olması hasebiyle önem arz ediyor, o bakımdan ayrıca bir güzelliği var. Bütün bunlarda, bu alanlarda bunu çoğaltmak suretiyle çok daha farklı bir konuma gelmiş bulunuyoruz.
Zirve toplantımızda ayrıca Antalya’da büyüme stratejilerinin etkin bir şekilde uygulanması gerektiği konusunda da mutabık kaldık. Artık 2018 yılına kadar yüzde 2.1’lik ilave büyüme hedefini yakalamak için verilen taahhütlerin uygulanmasını izleyecek bir mekanizmaya da sahibiz. Ve küresel alt yapı yatırımları noktasında az önce ifade ettim, bu adımları atacağız ve yoğun bir şekilde de üzerine üzerine bunun gideceğiz. 100 trilyon dolara kadar ulaşılabilecek hesaplar yapılıyor.
Ve Uluslararası Enerji Ajansı da 2035 yılına kadarki enerji yatırım ihtiyacını 48 trilyon dolar olarak hesaplıyor. Zirvede G-20 ülkelerinin hazırladıkları kapsamlı yatırım stratejilerini tüm boyutlarıyla ele aldık. G-20 büyüme hedefimize ulaşabilmek için yatırımların canlandırılabilmesi gerektiği konusunda bir görüş birliği olduğunu memnuniyetle gördüm. Elbette yatırım ihtiyacını sadece kamu kaynaklarını kullanarak karşılamamız mümkün değildi. Onun için de ısrarla kamu ile özel sektör arasında etkin bir işbirliğinin tesis edilmesi bu bakımdan son derece önemlidir.
Ülkemizin Dönem Başkanlığında G-20 tarihinde ilk defa bu enerji bakanlarının yanında tarımla ilgili konularda da önemli bir adım attık, bu da kalkınma hedefleri açısından çok çok önemliydi.
G-20 enerji işbirliği ülkelerinin bu noktada ilke olan ve sürdürülebilir kalkınma hedefleri arasında yer alan enerjiye erişim konusuna yıl boyunca özel önem verdik. Özellikle aciliyetine binaen çalışmalarımızı daha çok Sahra Altı Afrika üzerinde yoğunlaştırdık. Zira 1 milyar 100 milyon insan enerji yoksunu olarak yaşıyor Afrika’da. Buna karşı sessiz durulabilir mi, buna karşı atmamız gereken adımlar yok mu? G-20 enerji bakanları ve özel sektör temsilcileriyle Afrika enerji bakanlarını buluşturan Afrika’daki Enerjiye Erişim Konferansı’nı bunun için düzenledik.
2015 yılının iklim değişikliği müzakereleri bakımından kritik bir yıl olması sebebiyle yenilenebilir enerji ve enerji verimliliğinin artırılmasını öncelikli konularımız arasına aldık. Nitekim iklim değişikliğiyle ilgili de yine zirvede birçok görüşmelerimiz oldu. Ve 30 Kasım’da da adeta final diyebileceğimiz bir toplantıyı Paris’te gerçekleştireceğiz ve bu toplantıya da inşallah katılacağız.
Değerli misafirler;
Türkiye 2015 yılında G-20 Dönem Başkanlığının yanı sıra Küresel Göç ve Kalkınma Forumu, D-8 gibi kuruluşların dönem başkanlıklarını da yürüttü, aynı şekilde Birleşmiş Milletler Çölleşme ile Mücadele 12. Taraflar Konferansı’na ev sahipliği yaptık. Önümüzdeki dönemde İslam İşbirliği Teşkilatı 13. İslam Zirvesi, 2016 23. Dünya Enerji Kongresi, 2017 Dünya Petrol Kongresi gibi pek çok etkinliğe ev sahipliği yapacağız İstanbul’da ve değişik şehirlerimizde. Özellikle dünyada bir ilki teşkil edecek olan 2016 Dünya İnsani Zirvesi’ne büyük önem veriyoruz.
Bu gelişmeler tesadüfi değil. Son 13 yılda kararlı ve istikrarlı bir şekilde yürüttüğümüz aktif dış politika anlayışımızın bir sonucudur. Önümüzdeki dönemde ülkemizle birlikte bölgemizin ve tüm dünyanın insani gelişimine, kalkınmasına, istikrarına katkı vermek için çalışmalarımızı sürdüreceğiz.
Bu duygularla sözlerime son verirken bu toplantının düzenlenmesinde emeği geçen herkese teşekkür ediyorum. Daha adil, daha huzurlu, daha güvenli bir dünya temennisiyle Paris’te, Ankara’da, Gaziantep’te, Beyrut’ta ve dünyanın değişik yerlerinde teröre kurban olan tüm insanların ailelerine başsağlığı diliyorum, yaralılara şifalar diliyorum.
Hepinizi sevgiyle, saygıyla selamlıyorum. Sağlıcakla kalın.