3. Uluslararası Ombudsmanlık Sempozyumu’nda Yaptıkları Konuşma

16.09.2015

Yurt içinden ve yurt dışından sempozyumumuza katılan değerli misafirler,

Hanımefendiler, beyefendiler;

Sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyor, 3. Uluslararası Ombudsmanlık Sempozyumu’nun başarılı geçmesini diliyorum. Her yıl düzenli olarak yapılmaya başlanan bu önemli sempozyum için Türkiye Kamu Denetçiliği Kurumu’na, Kamu Başdenetçimize ve çalışma arkadaşlarına huzurlarınızda teşekkür ediyorum. Sempozyuma katkı verecek yurt içinden ve yurt dışından gelen tüm değerli katılımcılara şimdiden şükranlarımı sunuyorum.

Bilindiği gibi, kamu denetçiliği uygulaması ülkemizde 3 yılı bulan bir geçmişe ulaştı. İdareyle vatandaş arasında yeni ve önemli bir köprü mahiyetindeki bu kurumu ve bütün bu çalışmaların değerlendirilmesi, geliştirilmesi, güçlendirilmesi konusunda atılan her adımı, doğrusu çok çok önemli görüyorum. 2013 yılı başından bu yılın Temmuz ayı sonuna kadar, az önce de ifade edildiği gibi, kuruma gelen başvuru sayısı gerçekten bir ciddiyet ifade ediyor, 17321. İdarenin, kurumun tavsiye kararlarına uyma düzeyi de geçtiğimiz yıl yüzde 38 gibi dikkate değer bir oranı buldu. Gerek başvuru sayısı, gerekse idarenin bunlara uyma oranları konusunda kat edilecek çok mesafe olduğu açıktır.

Türkiye Kamu Denetçiliği Kurumu’ndan beklentimiz, vatandaşlarımız için bir çeşit adeta hacet kapısı işlevi görmesidir. Vatandaşımızın idareyle olan derdini, sıkıntısını, bunları anlatabilmek için, maruz kaldığına inandığı haksızlığa çare bulmak için aklına ilk gelen yer bu kurum olmalıdır. İlgili kamu kuruluşları da buradan gelen tavsiye kararlarını yine ifade edildiği gibi, hakkaniyete ve hukuka uygunluğuna olan itimatlarından dolayı mümkün olan en yüksek oranda uygular hale gelmelidir, işte o zaman bu kurum misyonunu tam anlamıyla yerine getirmeye başlamış olacaktır.

Bizim devlet geleneğimiz, özellikle de Şeyh Edebali’den bu yana ‘İnsanı yaşat ki devlet yaşasın’ gibi tüm dünyaya örnek olarak bir ilkenin üzerine bina edilmiştir. Kamu denetçiliği uygulaması işte bu geleneğin eteğe kemiğe bürünmesinin, yeni bir anlayışla hayata geçirilmesinin adıdır.

Bugüne kadar çeşitli defalar ifade ettim, burada bir kez daha tekrarlamak istiyorum: Türkiye Kamu Denetçiliği Kurumu, diğer adıyla ombudsmanlık uygulaması bizim yeni keşfettiğimiz veya dışarıdan uyarlama yoluyla ihdas ettiğimiz bir yapı değildir, bu gerçeği de tespit etmemiz lazım. Bu uygulamanın özü, esası, temeli bizim tarihimizde zaten vardır. Osmanlı’da ve Selçuklu’da devletin vatandaşının şikayetlerine, taleplerine kulak vermesi için çeşitli isimler altında pek çok mekanizma oluşturulmuş ve çalıştırılmıştır. Çok büyük bir coğrafyada hüküm süren bu devletlerin asırlar boyunca ayakta kalması, vatandaşlarıyla kurdukları bu sağlıklı ve güçlü ilişki sayesindedir. Aynı şekilde bizim inancımızda da kul hakkına, adalete, merhamete olan güçlü vurgu, devletle birey arasındaki ilişkinin özünü oluşturmaktadır. Tıpkı vakıf müessesi gibi ombudsmanlık da diğer ülkelerin bizim tarihimizdeki uygulamalardan örnek olarak oluşturup geliştirdikleri bir kurumdur. Biz uzun bir aradan sonra bu anlayışı yeniden kurumsal bir kimlikle ihdas etmiş olduk. Bu süreçte emeği olan, katkısı bulunan herkese ülkem ve milletim adına teşekkür ediyorum.

Değerli misafirler,

Türkiye, 2003 yılı başından bu yana her alanda olduğu gibi, demokrasi, temel hak ve özgürlükler alanlarında da tarihi önemde ilerlemeler kaydetti, bu çerçevede pek çok anayasa değişikliği yapıldı, temel yasalar baştan sona yenilendi. Bize göre devletle vatandaş arasındaki ilişki kanallarının çokluğu, çeşitliliği, etkinliği ve yaygınlığı sağlıklı bir işleyişin işaretidir.

Bugün, Cumhurbaşkanlığı, Meclis, Başbakanlık, bakanlıklar, belediyeler başta olmak üzere, tüm kurumlarda vatandaşımızın taleplerini doğrudan iletebildiği ve çözüm yolları arayabildiği uygulamalar var. Bilgi Edime Kanunu ile bu çalışmalar yasal bir zemine de kavuşmuş bulunuyor. Bilhassa Cumhurbaşkanlığı ve Başbakanlık’taki iletişim merkezleriyle, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri, diğer kurumlarla vatandaşlarımız arasında aracılık yapan, onlar adına talepleri takip eden bir işleve de sahiptir. Aynı zamanda bu süreç içerisinde şimdi her köy, mahalledeki muhtarlarımızla ta Cumhurbaşkanlığı makamına kadar yine iletişimi, halkın taleplerini takip eden kurumlar da oluşturulmuş bulunuyor.

Türkiye Kamu Denetçiliği Kurumu bağımsız bir yapı ve uzmanlık kuruluşu olarak daha ileri bir adım mahiyetinde hayata geçirildi. Aynı şeklide Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı da bir başka alanda yargı sürecindeki hak arama çabaları için yeni bir imkan olarak sistemdeki yerini aldı. Temel kanunlarda yapılan değişiklikler de hep bu amaca yöneliktir. Türkiye bu şekilde demokrasi ve kalkınma alanında tarihi bir dönüşümü gerçekleştirirken, aynı zamanda bölgesel ve küresel sorunlar konusunda da insani, ilkeli, kararlı bir duruş sergiledi. Daha ileri bir demokrasinin gerçekleştirilebilmesi için bizim bunlara ihtiyacımız vardı ve onun için de bu adımları attık, atıyoruz.

Mülteci sorunu karşısındaki tavrımız bunun son örneğidir. Bakınız bugün Avrupa Birliği 28 üye ülkesiyle sadece 400 bin civarında bir mülteci müracaatını kabul ederken veya onların kapılarına geldiğine kapılarını açmak suretiyle onlara evet derken, paniğe kapılmış bir durumdayken, biz Türkiye olarak 2011 yılından bu yana Irak ve Suriye’den gelen 2 milyonu aşkın kişiyi şu anda misafir etmiş bulunuyoruz. Üstelik Türkiye mülteci sorununa ilave olarak bir de terörle mücadele ediyor. Biz bir açık kapı politikası uyguluyoruz. Sınırlarımızı kapamak suretiyle veya onların Akdeniz’de, Ege’de boğulmasını seyrederek değil, sınırlarımıza dayanan insanların buraya keyfi şekilde veya bize tehdit olarak değil, canlarını ve geleceklerini kurtarmak için geldiklerini biliyoruz.

Ama şu anda Batıda bakıyoruz ki bir kısmının, ‘Hıristiyan köklerini zedeleyecek bu akıma müsaade etmeyin, etmeyelim, ancak Hıristiyanları alın, bunun dışındakileri almayın’ şeklindeki yaklaşımı, inançların dünyada küresel bir yapıyı ifade ettiği böyle bir dönemde bunları görmemiz, gerçekten kabul edilebilir bir şey değildir. Biz insana insan olarak bakıyoruz, inancıyla bakmıyoruz ve bakmayacağız da. Mağdur mudur, mazlum mudur, biz kapımızı açarız.

İşte şu anda Kudüs’te Mescid-i Aksa’da yapılanları görüyorsunuz. Burada maalesef İsrail’in askerleri ve polisinin; 3 semavi dinin, Müslümanlık, Hıristiyanlık ve Museviliğin kutsal kabul ettiği Mescid-i Aksa’daki uygulaması asla kabul edilebilir bir şey değildir. Kapıları kırmak suretiyle içeride mukaddes kitabımızı yerlere atmak suretiyle, onları yakmak suretiyle, bütün camları kırmak suretiyle bu yaptıkları, kabul edilebilir bir şey değildir. Türkiye burada tam aksine farklı inançların buradaki mabetlerini ihya ederken, hatta hatta inşa ederken, bu tür şeylerle karşılaşmak bizleri ciddi manada rahatsız etmektedir. Bunun, küresel bazı olumsuz gelişmeleri de tetikleyeceğinden endişe ediyorum.

Burada bir şeyi mülteci sorunu noktasında ifade etmem lazım. Avrupa’daki dostlarımız bir defa şundan emin olması lazım: Sınırlarına gelen insanların nihai hedefi onların ülkeleri değildir, biz bunu görüyoruz. Bu insanlar aslında kendi vatanlarına, kendi ülkelerine kavuşmak istiyorlar, ama kendi ülkeleri onlar için yaşanması mümkün olmayan bir hale gelmiş durumda. Mülteci sorununun çözümü, kapıları bu insanlara kapatmaktan, sınırlara tel örgüler, duvarlar çekmekten geçmiyor. Asıl çözüm, bu insanların geldikleri yerlerdeki, kendi ülkelerindeki çatışmaların bir an önce durmasını, halkın sesine ve taleplerine kulak verecek yönetimlerin iş başına gelmesini sağlamaktır. İşte o zaman bu insanların ne bizim sınırlarımıza, ne de Avrupa ülkelerinin kapılarına dayanması için bir sebep kalmayacaktır. Mülteci sorunun gerisindeki asıl sebebi görmeden ve buna uygun çözümler üretmeden atılacak her adım, insanlığın vicdanını yaralayan yeni görüntüler ortaya çıkarmanın ötesine geçemez.

Az önce ifade ettim; Akdeniz’de, Ege’de çaresizliğin zorlamasıyla yapılan yolculuklarda hayatlarını kaybeden çocukların, kadınların, erkeklerin cesetlerinin kıyılara vurmasını seyretmeye daha fazla devam edemeyiz. Suriye’deki sorunun rejim sorunu, rejimin halkına zulmü sorunu olduğu açıkça ortadayken, meseleye hala uluslararası güç dengeleri ve siyasi hesapları zaviyesinden bakmak vicdanları kurutur. Bakın hala bazı ülkeler Suriye’ye uçaklar gönderiyor, yardımlar devam ediyor. Ama Tayyip Erdoğan bunu dillendirdiği zaman bu defa Türkiye’nin büyükelçisini çağırmak suretiyle ‘Niçin bunlar söylenir?’ diyor. Bunu sizin yetkilileriniz söylüyor, ben söylemiyorum. Yetkilileriniz diyor ki, ‘Biz Esad’ın arkasındayız.’ Ve uçaklar gönderiliyor, silahlar gönderiliyor, parasal destekler veriliyor; bunların hepsi bizim tespitimizdir. Açıkça kendileri de bunları zaten ifade ediyor, hatta hatta uluslararası toplantılarda da bunu ifade ediyorlar. Aslında buna da bir ombudsmanlık gerekiyor, ama nasıl olacak bu iş; sıkıntı burada.

Türkiye’nin Suriye ile ilgili söylediği her şey en başından beri doğru çıkmasına rağmen, sorunun çözümüne yönelik ciddi adımlar maalesef hala atılamadı. Çünkü buradaki 2 milyon insan İran’a gitmiyor, 2 milyon insan Rusya’ya gitmiyor, 2 milyon insan benim ülkeme geliyor ve bunun bedelini biz ödüyoruz. Şu ana kadar 6,5 milyar dolar biz burada bu çalışmalar için destek verdik. Biz insani desteği verirken, birileri de oraya uçaklar gönderiyor, silahlar gönderiyor. Bu şekilde Suriye, Irak, buradaki bu karışıklıkların yüz binlerce insanın ölümünün seyrini yapıyorlar. İnsani olan bu mu? Peki buna karşı bir ses var mı? Maalesef.

Ben buradan bir kez daha uluslararası topluma sesleniyorum; Suriye’deki sorunun çözümü ülkedeki zalim rejimin biran önce alaşağı edilip, yerine halkın iradesine ve bölgenin gerçeklerine dayalı bir yönetimin işbaşına gelmesinin sağlanmasından geçiyor. Bu süreçte öncelikle ülkemiz sınırları boyunca terör örgütlerinden arındırmış güvenli bir bölge oluşturulmasına ihtiyaç var. Bu uygulama hem yeni mülteci akımlarının önüne geçecek, hem de Avrupa kapılarına dayanan insanlara kendi ülkelerinde yardım eli uzatılabilmesine imkan verecektir. Aksi takdirde, ülkedeki ateşin büyümesi, çatışmaların yayılması ve yeni mülteci dalgalarının oluşması kaçınılmaz bir hal alacaktır.

2011 yılından beri Suriye nüfusunun yarısından fazlasını oluşturan 12 milyon kişi yerinden olmuştur; bunların bir kısmı Suriye dışına çıkmıştır, bir kısmı Suriye içinde evlerinden olmuşlardır, farklı illere geçmek suretiyle yer değiştirmişlerdir. Bunların sadece 5 milyonu ülke dışında bulunuyor. Çatışmalar sürdüğü müddetçe yerlerinden olan diğer insanların da yönlerini ülke dışına çevireceği açıktır. Açıkça bunları görüyoruz, inanıyorum ki dünya da bunları takip ediyor. Sorun her an katlanarak büyüme potansiyeline sahiptir, aynı durum bölgedeki diğer ülkeler için de geçerlidir. Bu ülkelerde kendi toplumlarının gerçeklerine uygun, kendi halklarının taleplerini yansıtacak yönetimlerin oluşmasına imkan sağlanmadığı müddetçe yaralar kanamaya devam edecektir.

Batı ülkeleri, kendi vatandaşlarının huzuru ve refahının bölgedeki ve dünyadaki diğer gelişmelerden bağımsız olmadığını artık görmek zorundadır. Kendi insanlarının günlük meselelerine kulak vermek için her türlü çabayı gösterenler, sadece ve sadece hayatta kalma mücadelesi içindeki milyonlara sırtını dönemez, dönmemelidir. Aksi bir durum, Batının, özellikle de Avrupa Birliği’nin üzerinde yükseldiği değerlere ihanet etmesi anlamına gelir.

Biz, sınırlarımıza gelen insanlara etnik kökenine, inancına, niteliğine bakmaksızın imkanlarımızı zorlama pahasına kucağımızı açmayı sürdüreceğiz. Bunu herhangi bir çıkar kaygısıyla değil; insani, ahlaki, tarihi ve vicdani bir görev anlayışıyla yapıyoruz, yapmaya devam edeceğiz. Bu vesileyle tekrar ediyorum; İsrail’in Müslümanların ilk kıblesi, kutsal mekânı Mescid-i Aksa’da yaptığı saygısızlığı, sergilediği vandallığı bir kez daha şiddetle kınıyorum. Bu bölgeye yönelik saldırılar sadece Kudüs’te değil, tüm dünyada farklı dinlere mensup, özellikle farklı inançların mensubu insanlar arasında barışı, huzuru, hoşgörüyü zedeleyen sonuçlar doğurma potansiyelini taşıyor. İsrail Devletini ve tutumlarıyla onu destekleyen, ona cesaret veren tüm ülkeleri tarih önünde bu konuda sorumlu davranmaya davet ediyorum.

Biz Türkiye olarak bu konuyu yakından takip etmeye, her platformda dile getirmeye ve gerekli duruşu sergilemeye devam edeceğiz. Dünyadaki bu hassasiyeti olan liderleri arıyorum, kendileriyle telefon diplomasisi içerisinde görüşmelerimi yapıyorum ve müşterek adımlar atmaya kendilerini de davet ediyorum.

Değerli misafirler;

Türkiye tarihi boyunca terörün kanlı ve sıcak yüzünü hep çok yakından hissetmiş bir ülkedir. Terörle mücadele tarihimizde binlerce şehidimiz, onbinlerce kaybımız var. Bugün de yeni bir terör dalgasıyla ve bunun getirdiği acı kayıplarla karşı karşıyayız. Biz 2003 yılından itibaren Türkiye’de demokrasi ve kalkınma mücadelesi verirken en önemli hedeflerimizden biri de; teröre zemin hazırlayan sebepleri ortadan kaldırmaktı. Sivrisineklerle uğraşmaktansa bataklığı kurutma anlayışıyla hem kalkınma, hem de demokratikleşme yolunda büyük reformlara giriştik. Bu dönemde Türkiye normalleşme yolunda çok önemli bir mesafe kat etti. Demokratik açılımla başlattığımız çabaları milli birlik ve kardeşlik projesiyle devam ettirdik. Ardından çözüm sürecini devreye aldık. Ancak biz sonuca yaklaştıkça bu durumdan rahatsız olanların, farklı yol ve yöntemlerle sorunu yeniden derinleştirmeye, ülkeyi yeniden kan gölüne çevirmeye çalıştığını gördük. Çünkü şunu görüyorlardı: Türkiye çözüm süreciyle barışı yakalayacak ve dünyada en saygın, en güçlü ülkeler arasına girecek. Bunu görenler, ‘Türkiye’yi nasıl böleriz, Türkiye’de nasıl huzursuzluğun zeminini oluştururuz’; bunun gayretinin içine girdiler.

Şimdi ben burada soruyorum; terörizme, teröristlere bu kadar güçlü silahları veren mahfiller neresidir, bu destekleri verenler neresidir? İçeriden-dışarıdan, bu destekler bir yerden geliyor. Bu destekleri verenler, bilesiniz ki bu ülkenin içinden değil, dışından. Ve bunu verirken de sadece bu güzel ülkemizi parçalamak, milletimiz bölmek için yapıyorlar. Çözüme en çok yaklaştığımız yıl olan 2013 yılından beri yaşanan hiçbir hadisenin diğerinden bağımsız olmadığını çok iyi biliyoruz. Dışarıdan alınan bu desteklere içeriden ne yazık ki ciddi manada medya desteği de veriliyor, parasal destek de veriliyor. Buna rağmen sonuna kadar ümidimizi muhafaza etmeye çalıştık, sabrettik, mücadelemizi sürdürdük. Ülkenin geleceğini karartmak için, her türlü tahrike, her türlü vicdansızlığa, her türlü ahlaksızlığa başvuranlar karşısında milletimizle birlikte dirayetimizi koruduk.

Bölücü terör örgütü Temmuz ayında saldırılarına yeniden başladığından beri şehit olan her güvenlik görevlimizin, ölen her vatandaşımızın acısı yüreğimizi kor bir ateş gibi yakıyor. Milletimize karşı olan sorumluluğumuz, sağduyumuzu, soğukkanlılığımızı muhafaza etmemizi gerektiriyor. Aksi takdirde inanın bana söyleyecek çok sözümüz var. Terör örgütü ve onunla aynı çizgide olmaktan hicap duymadığını gördüğümüz güya siyasetçi, güya medya mensubu, güya sivil toplum kuruluşu temsilcisi bir güruh, milletimizi birbirine düşürmeye çalışıyor.

Yapılan eylemlerin, verilen demeçlerin, atılan manşetlerin, yazılan köşe yazılarının, sosyal medyada kesintisiz yürütülen manipülasyonların tek hedefi, Türkiye’de bir toplumsal çatışmanın zeminini oluşturmaktır. Ben bugünkü önemli bu toplantıdan sadece ülkeme, halkıma değil, tüm dünyaya sesleniyorum; Türkiye’yi bölmek, bu milleti parçalamak size ne kazandıracaktır? Bu bölgede Türkiye aslında barışın teminatıdır, mağdurların, mazlumların dayandığı en önemli kapıdır. Ama attığınız her adım boş kalacaktır, bunu bilin, çünkü bu millet tarihinden aldığı bu güçle, tarihinden devraldığı bu mirasla bu mücadeleden de kesinlikle başarılı bir şekilde çıkacaktır.

Ülkemizin çeşitli yerlerinde ortaya çıkan kimi teşebbüslerin amacı kısa sürede milletimiz tarafından fark edildi. Milletimiz yüreğindeki acıya, içindeki öfkeye rağmen oynanan oyunu gayet iyi görüyor. Provokatörlerin oyununa gelmeyen milletimizin her bir ferdine huzurlarınızda bir kez daha şükranlarımı sunuyorum.

Bununla birlikte terör örgütü mensupları da aynı gayeyle bölgedeki çeşitli ilçelerde kirli bir senaryoyu sahneye koymaya çalışıyor. Sivillerin içine karışan terör örgütü mensupları bu şekille verdikleri görüntüyle ve yaptıkları eylemlerle devletle vatandaşı karşı karşıya getirerek bir algı oluşturmanın peşindeler.

Değerli dostlar,

Şunu bilmenizi istiyorum: Teröristlerden öldürülenlere bu ülkede merasim yapılıyor ve terör örgütünün bayrağının sarıldığı o terörist cesetlerini sivil vatandaşmış gibi göstermek suretiyle bunu sosyal medyada bakıyorsunuz bütün dünyaya yansıtıyorlar ve buna tabii içeriden ciddi destekler veriyorlar. Bu oyunu milletçe hep beraber bozacağımıza inanıyorum. Tabii bunların batıda ciddi destekçileri var. Bunu batılı dostlara söylüyoruz; ama onların derdi başka... Ben aramızdaki batılı dostlarımızın, hele hele kamu denetçiliği, ombudsmanlık noktasındaki görev üstlenmiş olan dostlarımızın bu konuyu kaynağında incelemelerinin önemini hatırlatmak istiyorum. Bunu bilmeleri lazım, bunu görmeleri lazım. Türkiye, otokratik bir rejimle idare edilen bir ülke değildir. Tam aksine demokrasiyi sindirmiş, demokrasiyi hazmetmiş bir ülkedir. Ama bu ülkede silahlarla tehdit edilmek suretiyle oy verme durumunda kalan vatandaşlarımızın olduğunu özellikle bilmenizi istiyorum. AGİT’in mensupları geldiği zaman raporlarını da buna göre vermesi lazım, bunu görmeleri lazım. Bunu görmezlikten gelmek suretiyle hazırlamış olduğu raporlarla bu ülkedeki bizim ileri demokrasi hamlemizi hiçbir zaman engelleyemeyeceklerdir, bunu da bilmelerini istiyorum.

Maalesef siyasetçi sıfatı taşıyan birileri de bu senaryoda figüran olarak yer alıyor, sahne alıyor. Bu ihanet oyununun tabii bir de medya ayağı var, onlar da teröristleri ‘cici çocuk’, güvenlik güçlerini saldırgan olarak göstermek için her türlü çabayı gösteriyor. Dikkat ediniz, saldırıları başlatan, bombaları patlatan, şehirleri ateşe veren, masum insanları katleden terör örgütü ve onun yandaşları. Ama suçlanan kim? Suçlanan devlet, Hükumet ve şahsım. Şehit edilen güvenlik görevlilerimizi yok sayıyorlar. Yollarda dev çukurlar açan bombaları, atılan roketleri, silahlı saldırıya uğrayan kamu binalarını, okulları, camileri, ambulansları, işyerlerini görmezden geliyorlar. Evine ekmek götürmek için sokağa çıkan, lokantada çalışan, çöpten hurda toplayarak geçimini sağlayan masum insanların terör örgütü tarafından katledilmesiyle zerre kadar ilgilenmiyorlar. Ama terör örgütüne yönelik en küçük bir operasyon karşısında dünyayı ayağa kaldırıyorlar. Sokak köşelerindeki detay görüntüler üzerinden kamuoyuna bir Suriye, bir Mısır, bir Libya intibaı vermek için canhıraş gayret içindeler. Terör örgütünün öldürdüğü masumların suçunu güvenlik güçlerine atmak için çırpınıyorlar. Terör örgütünün eylemleri yüzünden hayatları alt-üst olan vatandaşlarımıza ve onlarla birlikte tüm ülkeye hedef olarak devleti, hükümeti ve şahsımı gösteriyorlar. Terör örgütüyle, siyasetçisiyle, medyasıyla herkes bu ihanet senaryosundaki rolünü ezberlemiş, her fırsatta her ortamda sahneliyor, sergiliyor.

Şunun çok iyi bilinmesini istiyorum; şahıslar gelip geçicidir, fanidir. Ama bu vatan, bu millet bakidir. Türkiye, devletiyle ve milletiyle ezelden ebede bu yolda dimdik yürümeye devam edecektir. Dün bu ülkeye ve millete karşı her türlü alçaklığı yapanlar yok olup gitti. Bugün aynı emelin peşinde koşanlar da benzer bir akıbete uğrayacaklar.

Milletimiz müsterih olsun; Türkiye Cumhurbaşkanlığıyla, Meclisiyle, Hükümetiyle, güvenlik kuvvetleriyle, ilgili tüm kurumlarıyla bu oyunu bozacak güce ve imkâna sahiptir. Devlet hiçbir masum insanın burnu dahi kanamasın, en küçük bir mağduriyet dahi yaşanmasın diye hassasiyet gösteriyor, mutedil davranıyor. Çünkü bu sıkıntılar gelip geçecek ve biz bu coğrafyada yine kardeş olarak yaşamaya devam edeceğiz.

Bu ülkenin hiçbir vatandaşı sadece kökenine, bölgesine bakarak hiçbir komşusuna, hiçbir arkadaşına, hiçbir tanıdığına kötü gözle bakmaz-bakamaz. Komşularımıza, arkadaşlarımıza, dostlarımıza Türk diye, Kürt diye, Alevi-Sünni diye, doğulu-batılı diye baktığımız gün terör örgütünün tuzağına düştüğümüz gündür. Bizim için bu ülkenin 78 milyon vatandaşının her biri eşit haklara ve değere sahiptir. Her biri aynı geçmişi paylaştığımız, aynı gelecekte yaşayacağımız kardeşimizdir.

Çatışmaların, ölümlerin, eylemlerin suçlusu olarak Cumhurbaşkanını, Başbakanı, Hükümeti gösterenler de, bilinçsizce buna destek olanlar da terör örgütünün en büyük destekçisidir. Yarın Tayyip Erdoğan’ın görev süresi bitecek, yerine başkası gelecek, yarın bu Hükümet gidecek yerine başkası gelecek. Ama terör örgütünün bu ülkeye ve millete verdiği zarar kalıcı olacak. Siyasi rekabet, kişisel husumet başka bir şeydir, ülkenin ve milletin bekası başka bir şeydir. Bu ikisini birbirine karıştıranlar tarih ve millet önünde hesap vermekten kurtulamayacaklardır. Evet, sıkıntılı günler yaşıyoruz; fakat şuna kalbimizle inanıyoruz ki Türkiye’nin geleceği aydınlıktır. Türkiye inşallah 2023 hedeflerine ulaşacak, onunla da kalmayacak, 2053, 2071 vizyonlarını da hayata geçirecektir.

Ben bu duygular içerisinde, bu güzel iki günlük organizasyonda emeği geçen başta Sayın Başkana ve ekibine teşekkür ediyorum. Buraya düşünceleriyle, fikirleriyle katkısı olacak tüm misafirlerimize teşekkür ediyorum.

Sizlere en kalbi saygılarımı sunuyorum, hayırlı olsun diyorum.