Aselsan Gölbaşı Yerleşkesi Açılış Töreni’nde Yaptıkları Konuşma

16.03.2015

Değerli Misafirler,

ASELSAN Ailesinin Kıymetli Mensupları,

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Sizleri, sevgiyle, saygıyla selamlıyor, açılışını yaptığımız ASELSAN Gölbaşı Yerleşkesi Radar ve Elektronik Harp Merkezi’nin ülkemize, milletimize hayırlı olmasını diliyorum.

Bu merkezin ülkemize kazandırılmasında emeği geçen, Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfımızın yöneticileri başta olmak üzere, herkesi tebrik ediyorum. Ülkemizde ve dünyada kendi alanında devler liginde her geçen yıl daha yükseğe çıkan ASELSAN, başarılarıyla iftihar kaynağımız olmaya devam ediyor.

Geçtiğimiz yıl yeniden yapılanan ASELSAN’ın, Türkiye’nin 2023 hedefleri doğrultusunda daha güçlü bir işleyişe kavuştuğuna inanıyorum. Bu yıl 40’ıncı kuruluş yıldönümüne ulaştığımız ASELSAN’a 41 kere maşallah diyor, bu güzide kuruluşumuzdan daha çok hizmetler beklediğimizi özellikle belirtmek istiyorum.

Değerli Arkadaşlar,

Savunma sanayimizin serüveni, aslında ülkemizin de serüvenidir. Türkiye Cumhuriyeti devletini, gerçekten çok büyük, gerçekten kahramanlıkla, fedakârlıkla örülü bir mücadelenin sonunda kurduk. Bu mücadelenin ateşi, 18 Mart’ta deniz zaferinin, 24 Nisan’da kara savaşlarının yıldönümünü idrak edeceğimiz Çanakkale’de yakılmıştı.

Kurtuluş Savaşı ile bunu neticeye ulaştırıp, 200 yıllık bir hüsran dönemini geride bıraktık. Cumhuriyeti kurduktan sonra, geçmişten alınan derslerin de etkisiyle, gerçekten çok ciddi girişimler, çok önemli çalışmalar başladı. Tren yollarından fabrikalara, eğitimden sağlığa ve savunma sanayine kadar her alanda, bizi dönemin gelişmiş ülkeleriyle aynı seviyeye çıkarma amacı taşıyan temeller atıldı.

Nuri Demirağ’ı biliyorsunuz… Ülkemizin o dönemdeki demiryolu ağının büyük bölümünü, pek çok fabrikayı, havalimanını inşa eden bu vatansever insan, aynı zamanda 1931 yılında İstanbul Boğazına ilk köprüyü inşa etme teşebbüsünde bulunan kişidir. İşte bu Nuri Demirağ’a, ordumuzun ihtiyacı olan uçakların alınabilmesi için bağışta bulunması talebiyle geliyorlar. Bu talep üzerine Nuri Demirağ diyor ki, “Madem bu milletin tayyareye ihtiyacı var, o zaman ben bunun fabrikasını yapmaya talibim”. Evet, kendisinden uçak alınmak için bağış istenen Nuri Demirağ, böylece uçak fabrikası kurmak için kolları sıvıyor. Bugünkü Atatürk Havalimanının bulunduğu araziyi satın alıyor, oraya uçak pisti, bakım-onarım atölyesi inşa ediyor.  Yine bugünkü Deniz Müzesi’nin yanındaki yerde de, üretim için bir atölye kuruyor. Bunlarla da yetinmiyor. Pilotları yetiştirmek için havacılık okulu, buraya öğrenci yetiştirmek üzere de Divriği’de bir havacılık ortaokulu faaliyete geçiriyor.

1936 yılında tek motorlu ilk uçağı, 1938 yılında 6 kişilik çift motorlu bir başka uçağın prototiplerini üretiyor. Bu arada, ayrıca, Türk Hava Kurumu için planör, paraşüt gibi pek çok araç-gerecin üretimini de yapıyor, bunları teslim ediyor. 1938 yılında, Türk Hava Kurumu’nun siparişi olan uçağın Eskişehir’de son testleri yapılıyor.  Bu test uçuşunun inişi sırasında uçak, çevredeki hayvanların piste girmemesi için açılan bir çukura düşüyor.

Bakınız, burada ne uçağı yapanın, ne uçağı kullananın, ne de uçağın hiçbir kabahati yok. Buna rağmen, uçak siparişi iptal ediliyor. Buna rağmen Nuri Demirağ vazgeçmiyor. Uçak üretimi çalışmalarına devam ediyor. 1941 yılında İstanbul’dan Divriği’ne kadar, bizzat kendisi uçakla uçuyor. Ancak, tüm mücadelesine, tüm çabalarına rağmen, Nuri Demirağ’ın uçak fabrikasına ülke içinden hiçbir sipariş olmadığı gibi, yurt dışına uçak satma izni de kendisine verilmiyor.

Satış, dolayısıyla üretim yapamayan bu fabrikanın kapısına 1950’de, mecburen kilit vuruluyor.  Fabrikada bulunan mevcut uçaklar da hurdacılara satılıyor. Pistin bulunduğu alan kamulaştırılıyor ve daha sonra buraya Atatürk Havalimanı kuruluyor.

Bir başka örnek, Türk Hava Kurumu’nun 1948 yılındaki uçak üretme teşebbüsüdür. Uçankanat ismiyle üretilen bu uçak, bir başka uçağın arkasına bağlanarak deneme uçuşuna çıkartılıyor. Bu arada, her nasılsa aradaki halat kopuyor ve uçak Çankaya tarafında bir yere düşüyor. Bu olay üzerine, Uçankanat’ın da üretiminden vazgeçiliyor.  Daha da acısı, bu uçak için kurulan fabrikayı ne yapıyorlar biliyor musunuz? Çocuk karyolası, masa, dikiş kutusu gibi basit tüketim maddelerinin imalatı için kullanıyorlar.

Türkiye, o tarihten beri tüm uçaklarını yurt dışından satın alıyor. Bakınız, burada ne uçakların tasarımında, ne üretiminde, ne çalışmasında hiçbir temel sorun yok.  Sadece, her işin başlangıcında yaşanabilecek küçük aksaklıklar, eksikler, talihsizlikler var.

Aynı şekilde, tank üretimine teşebbüs etmişiz. 1943 yılında Makine Kimya Endüstrisi’ndeki mühendislerimiz, ustalarımız tankın prototipini de üretiyorlar. Ama bu teşebbüsün de, seri üretim için gerekli siparişin verilmemesi sebebiyle arkası gelmiyor.

Aynı şekilde, Devrim arabası meselesini bilmeyeniniz yoktur herhalde. Otomobil imal ediliyor, benzini olmadığı için yolda kaldı diye, üretimden vazgeçiliyor. Şimdi yıl olmuş 2015… Biz hala yerli tasarım araba üretimi için kapı kapı dolaşıyoruz. O tarihlerde kaçırılan fırsatların, heba edilen imkanların, karşılıksız bırakılan emeklerin bedelini Türkiye, çok uzun yıllar, çok ağır şekilde ödedi. Hala da ödüyoruz.

Bu millet, yıllar boyunca alın teriyle, çok zor şartlarda çalışarak ortaya koyduğu birikimi, yurt dışından aldığımız uçaklara, tanklara, gemilere, otomobillere tahsis etmek zorunda kaldı. Üretmekte ürkek davrananlar, ithal etmekte pek cesur çıktılar, sıkıntı burada.

Kendi girişimcisini, mühendisini, ustasını teşvik etmek için parmaklarını oynatmayanlar, yurt dışındaki firmaları, onların kadrolarını ihya ettiler.

Değerli arkadaşlar…

Her alanda olduğu gibi, savunma sanayi alanında da 2002 yılı, Türkiye için bir milattır. Ben, 2003 yılı 14 Mart’ın da Başbakanlık görevini devraldığımda, Türkiye’nin savunma sanayi alanındaki dışa bağımlılığı yüzde 80 düzeyindeydi. Bu mesele, bizim eskiden beri yüreğimizde yara olduğu için, savunma sanayi çalışmalarını bizzat kendi himayeme aldım. AR-GE’den üretime kadar bu alanda yürütülen tüm faaliyetleri bizzat takip ettim, bizzat teşvik ettim.

Bugün, savunma sanayimiz, binden fazla şirketimizin, araştırma kuruluşlarımızın, üniversitelerimizin, KOBİ’lerimizin iştirakiyle ülkemizin en önemli sektörlerinden biri haline geldi. Geçtiğimiz yıl bu alanda 5 milyar doları aşan üretim ve 1 milyar 647 milyon doları bulan ihracat gerçekleştirdik. Yılda 1 milyar dolar AR-GE harcaması yapılan bu alan, ülkemizin sanayi ve teknolojisinin amiral gemisi olma yolunda hızla ilerliyor.

Tasarımından teknolojisine kadar her safhasını kendimizin yürüttüğü projelerde elde edilen başarılar, bize, daha büyük hedefler için umut veriyor. Altay tankımızın seri üretimine yakında başlıyoruz. Atak helikopterimizin üretimi başladı, 7 tanesi Kara Kuvvetleri Komutanlığımızın envanterine girdi.  Anka İnsansız Hava Aracı Projesinin seri üretimi için çalışmalar sürüyor.  Karayel ve Bayraktar insansız hava araçlarıyla, bu alanda geniş bir yelpazede birikim sahibi olma yolunda ilerliyoruz. MİLGEM Projesi kapsamında, Heybeliada ve Büyükada gemilerimiz Donanma Komutanlığımıza teslim edildi, Burgazada’nın inşası devam ediyor. Aynı şekilde, bugüne kadar 100’e yakın askeri gemi ve karakol botu, kendi tersanelerimizde üretilerek hizmete girdi.

Hürkuş eğitim uçağımızın tasarımı bitti, test uçuşları tamamlandı, seri üretim aşamasına gelindi. Kirpi zırhlı araçlarımızla, seyir füzelerimizle, tanksavar füzelerimizle, güdümlü roketlerimizle, uydularımızla, milli piyade tüfeğimizle, savunma sanayinin her alanında sevindirici gelişmelere şahit oluyoruz. Türkiye artık, 1930’lu yıllardan 2000’li yıllara kadar yaptığı hataları, inşallah bir daha tekrarlamayacak. Devam eden projelerle, yatırımlarla birlikte, 2023 yılında savunma sanayi alanında dışa bağımlılığımızı büyük oranda kaldırmayı planlıyoruz.

Açık söylüyorum; benim gönlüm, tasarımından üretimine kadar, içinde yer almadığımız hiçbir savunma sanayi ürününün, hazır olarak alıp kullanılmasına razı değil. İşte az önce içeride dolaşırken, tabii orada Genel Müdürümüzden yüzde 100 bizim imalatımızdır ifadesi bizim gönlümüzü gerçekten ferahlatıyor; mesele bu.

Çünkü bunlar bizim stratejik meselelerimizdir. Eğer biz burada yüzde 100 imalatı gereğinde yapamazsak, eğer birilerine muhtaç olursak, o ihtiyacı duyduğumuz anda dirseğini çevirdiklerinde biz orada duman oluruz. Şu anda bunu bize yapıyorlar, ama hangi başlıkta olduğunu açıklamayacağım, biliyorum ve üzülüyorum. Bunlar güya dost ülkeler, beraber olduğumuz ülkeler, güya dayanışma halinde olduğumuz, NATO’da beraber olduğumuz ülkeler. Ama bir kıskançlıktır kalkıp vermiyorlar. Son anda, niye? Güçlü bir Türkiye istemiyorlar, bunun için. Dünyanın en modern uçağı da bize teklif edilse mutlaka onun tasarımında, üretiminde yer almalıyız.

Bunun için de savunma sanayinde dünyadaki 100 şirket arasında 2 değil en az 20 kuruluşumuz yer almalı. Kendi savaş uçaklarını, yolcu uçaklarını tasarlayan ve üreten, kendi uydularını tasarlayan ve üreten, bunları kendisi uzaya gönderen, kendi uçak gemisini tasarlayan ve üreten, kendi elektronik harp sistemlerini tasarlayan ve üreten bir Türkiye hedefliyoruz. Bu doğrultuda yapılan tüm çalışmaların sonuna kadar destekçiyim, sonuna kadar arkasındayım.

Hamdolsun, ülkemizin gücü ve imkanları, tüm bu çalışmaları destekleyecek, hayata geçmesini sağlayacak düzeye gelmiştir.  Buna rağmen Türkiye’yi engellemek için her yolu deniyorlar. Geçmişte darbelerle, muhtıralarla, bildirilerle bunu yapmışlardı. Son yıllarda, Gezi Olaylarıyla Türkiye’yi durdurmaya, geriletmeye çalıştılar. Oradan netice alamayınca, 17-25 Aralık darbe teşebbüsüyle aynı oyunu tekrarladılar.

17-25 Aralık darbe teşebbüsünün hedef aldığı yerlere dikkat edin. Ülkemizin gelişmesine, kalkınmasına, güçlenmesine katkı sağlayan tüm milli kurumlarımızın bu yapının saldırısına maruz kaldığını görürsünüz. Aynı çete, kurduğu kumpas düzeni ile yıllarca ülkemizin tüm önemli kurumlarını ele geçirmeye, ele geçiremediklerini de çökertmeye çalıştı. Bu ülkenin Cumhurbaşkanı’ndan, Başbakanı’ndan Genelkurmay Başkanı’na, Bakanlarına kadar herkesi dinleyip, elde ettikleri bilgileri bir yerlere sızdırdılar. Türkiye, bir kez daha küçük bir azınlığın çoğunluğa tahakkümü, vesayet düzeni kurması tehlikesiyle karşı karşıya geldi.

Hamdolsun, milletimizin desteğiyle, irfanıyla bu saldırının amacına ulaşmadı. İçeride ve dışarıda, bu yapının tüm unsurlarıyla kararlı bir şekilde mücadele ediyoruz. Ülkemizi bu hastalıklı yapıdan tamamen temizleyene kadar da mücadelemiz sürecek.

Değerli Arkadaşlar,

Türkiye, dünyada sıcak çatışmaların en çok yaşandığı bölgede yer alıyor. Libya’dan Suriye’ye, Irak’tan Yemen’e kadar tüm bölge, adeta ateş içinde. Doğu’da Ermenistan ve Gürcistan, Kuzeyde Ukrayna aynı şekilde huzursuz bölgeler. Balkanlar, her ne kadar bir süredir sakinse de, her an sorun çıkma potansiyeli olan bir bölge.

Biz, çevremizi saran tüm bu sıkıntılar içinde, ekonomik, sosyal, siyasal bakımdan ve elbette savunma alanında kendimizi güven altına almak zorundayız. Biz güven içinde olmazsak, diğer kardeşlerimize de yardımcı olamayız.

Dün Balıkesir’de de, önceki gün Çanakkale’de de ifade ettim; Türkiye sadece kendi topraklarından, kendi vatandaşlarından sorumlu bir ülke değil. Bizim, tarihi ve kültürel bakımdan sorumluluk alanımız çok daha geniş, çok daha büyük. Bunun için önce kendi içimizde bir olacağız, iri olacağız, diri olacağız.

Türkiye’nin uzun yıllarına ve 40 bin canına mal olan terörle mücadele dönemini hatırlayın.  Bu dönemde çevremizde pek çok önemli hadise yaşanırken, biz kendi içimize kapanmış, kendi sorularımızla uğraşır halde olduğumuz için kardeşlerimize yeterince el uzatamamış, yardımcı olamamıştık. Saraybosna’da 50’li yaşlardaki bir hanımefendinin, orada görev yapan arkadaşlarımıza söylediği bir şey var. Gerçekten çok çarpıcı, çok ibret verici. Diyor ki bu hanımefendi, “O zamanki, yani 1990’ların başındaki Türkiye, eğer bugünkü Türkiye olsaydı, bize bu katliamı yapamazlardı.” Mesele bu. Ben aynı durumun Karabağ meselesi için de, Ortadoğu’daki pek çok hadise için de geçerli olduğuna inanıyorum.

Bugün Suriye’de yaşananların gerisindeki sebeplerden biri de, aslında Türkiye’nin bu gücünü, bu konumunu kırma gayesidir. Biz, Suriye içindeki çatışmaları önleyemesek de, mağdur duruma düşen tüm kardeşlerimize sahip çıkarak, kucağımızı açarak, bu oyunu, önemli ölçüde boşa çıkardık. Esed’e verilen desteğin de, DEAŞ’ın ortaya çıkartılmasının da, Irak’ta izlenen mezhepçi politikaların ısrarla desteklenmesinin de gerisinde yatan amaçlardan biri işte budur.

Bugün binlerce kişinin Saddam tarafından kimyasal silahlarla acımasızca katledildiği Halepçe katliamının 27. yıldönümü. İnsanlık dün Halepçe’ye sessiz kalmıştı. Bugün aynı duyarsızlığı Halep konusunda yaşıyoruz. Kardeşlerinin acısını paylaşan, onlara kucağını açan hep Türkiye oldu. Halepçe’den hemen sonra zulümden kaçan 500 bin Iraklı Kürt kardeşimize bugün olduğu gibi o zaman da kapılarımızı açtık. Bu vesileyle Halepçe’de katledilen binlerce kardeşimize de, bugün Suriye’de zalim Esad yönetimi tarafından katledilen yüzbinlerce kardeşimize de Allah’tan rahmet diliyorum.

Türkiye olarak, tüm bu gelişmeler karşısında diplomasinin imkanlarını sonuna kadar kullanarak, mücadelemizi elbette yapıyoruz, yapacağız. Ama, siyasi ve diplomatik gücümüzü askeri gücümüzle tahkim etmedikçe, arzu ettiğimiz neticeyi alamayacağımızı da biliyoruz. Biz asla savaş peşinde bir ülke olmadık, olmayacağız. Bununla birlikte, gerektiğinde her türlü mücadeleye sonuna kadar hazırlıklı olma kararımızdan da asla vazgeçmeyeceğiz.

En güçlü savunmanın en güçlü silahlarla yapılacağının bilinciyle, savunma sanayinin her alanında dünyanın en iyisi olma mücadelemizi sürdüreceğiz. Biraz önce ifade ettim; askeri gücü tahkim etmenin yolunun dışarıdan hazır ürün olmak olmadığını, çok acı tecrübelerle yaşadık, gördük. Onun için ben buradan, savunma sanayimizin kamudaki sorumlularına ve özel sektördeki temsilcilerine, sizlere sesleniyorum. Mevcut projelerimizi süratle tamamlayalım. İşte 1974 Kıbrıs Harekâtı’nda gördük. Yanımızda olan, olması gerekenler bir anda bize bütün desteklerini kestiler mi? Kestiler. İyi ki kestiler. Onlar bize orada desteklerini kestiler ve susturma tekniklerini kullanmak suretiyle telsizlerimiz çalışamaz hale geldi. Ondan sonra geldik ASELSAN’ı kurduk. İşte atasözümüz var ya, hırsızlar bizi ev sahibi yaptı, olay bu.

Üretim aşamasına gelmiş olan ürünlerimizi süratle Türk Silahlı Kuvvetlerimizin envanterine dahil edelim. Yeni projeleri süratle gündemimize alalım. AR-GE faaliyetlerini, tasarım, prototip üretimi faaliyetlerini olabildiği kadar hızlandıralım. Bizim, savunma sanayimizin ihtiyaçları için dışarıya verecek tek kuruşumuz yok. Çünkü bu millet, kendi refahından, çoluğunun, çocuğunun rızkından artırdığı kaynaklardan bu alanı besliyor, destekliyor. Savunma sanayi bütçemizi bu anlayışla değerlendiriyoruz.

Yeni Türkiye, savunma sanayinde, sadece kendi kendine yeten değil, tüm dostlarına, tüm kardeşlerine de yardımcı olan, onların da ihtiyaçlarını karşılayan bir Türkiye olacak. Bu konuda, Cumhurbaşkanı olarak ben de, Hükümetimiz de sonuna kadar sizin yanınızdayız; bundan şüpheniz olmasın.

ASELSAN’ı, bugüne kadar ki başarıları ve yürütmekte olduğu projeleri için kutluyorum. Ama yetmez…Bizim ASELSAN çapında daha pek çok savunma sanayi kuruluşuna ihtiyacımız var.

Bu konuda özel sektörümüzün çok daha gayretli olması, adeta bir rekabet alanı oluşturmasının da gereğini savunuyorum. Diğer şirketlerimizden, üniversitelerimizden bu konuda çok daha fazla gayret bekliyorum.

Çanakkale Savaşı’nda insanüstü bir gayret, bir mücadele ortaya koyan kahraman subaylarımız, askerlerimiz, “Bir daha Balkan yenilgisi utancı yaşamak istemediklerini” söylüyorlardı. Biz de, bir daha uçak üretmek için kurduğumuz fabrikada masa üretmek zorunda kalma utancını yaşamak istemiyoruz.  Bu ülke, benzini olmadığı için yolda kalan arabaya bakıp otomobil fabrikası kurmaktan vazgeçme gafletine, inşallah bir daha kapılmayacak.

Bu düşüncelerle, ASELSAN Gölbaşı Yerleşkesi Radar ve Elektronik Harp Merkezi’nin ülkemize, milletimize hayırlı olmasını diliyorum. Bu tesisin ülkemize kazandırılmasında emeği geçenleri, bir kez daha tebrik ediyorum.

Sizleri sevgiyle, saygıyla selamlıyor, Allah yar ve yardımcımız olsun diyorum.