Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Akademik Yılı Açılış Töreni’nde Yaptıkları Konuşma
Değerli Basın Mensupları,
Değerli Hocalarımız,
Sevgili Öğrenciler,
Hanımefendiler, Beyefendiler,
Değerli Konuklar,
Sizleri sevgiyle saygıyla selamlıyor, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi 2014-2015 Akademik Yılı’nın tüm üniversite mensuplarımız, özellikle de öğrencilerimiz için başarılarla dolu olmasını Rabbim’den niyaz ediyorum.
Dün Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde yeni akademik yılın açılışını yaptık ve orada sadece Cumhurbaşkanı olarak değil, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nden fahri doktora almış, Üniversiteye gönül bağı olan biri olarak da katılımcılara hitap ettim. Bugün ise hem Cumhurbaşkanı olarak hem Rize’nin bir evladı olarak hem ismimi taşıyan hem de fahri doktora unvanını gururla taşıdığım bir üniversitede sizlerle bir aradayım.
Ayrıca bu Üniversitede sadece ismim yok, aynı zamanda kuruluşunda imzam var ki, bununla da ayrıca iftihar ettiğimi ifade etmek isterim.
2006 yılında Üniversitemizi kurduk. Aradan geçen sekiz yılda üniversitemiz Karadeniz Bölgemizin ve Türkiye’nin gerçekten çok önemli eğitim kurumlarından biri konumuna yükseldi. Şu anda 11 fakültemiz, 3 enstitümüz, 7 yüksekokulumuz, 7 meslek yüksekokulumuz ve 9 araştırma-uygulama merkezimiz bulunuyor. Üniversitemiz sadece Karadeniz Bölgesi’ne, sadece Türkiye’ye hitap etmiyor; Amerika Birleşik Devletleri’nden Afganistan’a, Azerbaycan’dan Gürcistan’a, Nijerya’dan, Somali’den, Tacikistan’dan Yemen’e kadar birçok dost ve kardeş ülkeden öğrenci hem Üniversiteye hem Rize’ye renk katıyor.
Düşünün ki Rize’nin çocukları değil üniversite için, ortaokul, lise için evlerinden, anne babalarından ayrılmak zorunda kalıyorlardı. Bugün ise Rize hamdolsun dünyanın birçok ülkesinden kendisine öğrenci çeken bir şehir konumuna yükseldi. Üniversitemizin Orta Asya ve Kafkasya’da sağlık ve ilahiyat alanında iddia sahibi bir üniversite olmasını da takdirle karşıladığımı, desteklediğimi burada özellikle vurgulamak isterim. İnşallah bu ivme, bu hız, bu değişim devam edecek ve Üniversitemiz sadece Türkiye’ye değil, başta bölge ülkeleri olmak üzere, dünyaya bir başarı öyküsü olarak ismini yazdırmış olacak. Hele bugün rektörümüzden 15 bin 550 öğrenci kapasitesine ulaşmış olduğunu, %95 gibi bir doluluk oranına sahip olduğunu öğrenmek beni ayrıca mutlu etti.
Değerli Hocalarım,
Çok Değerli Katılımcılar,
Dünyada ve bölgemizde son derece önemli ve kritik gelişmelerin yaşandığı bir süreçten geçiyoruz. Aslında bu önemli ve kritik sürece çok önemli bir yıl dönümünde, I. Dünya Savaşı’nın 100. yıl dönümünde şahitlik ediyoruz. İnşallah Pazartesi günü İstanbul’da Marmara Üniversitemizin Akademik Yıl açılışına katılacak ve I. Dünya Savaşı’nın 100. yıl dönümü ile ilgili orada bazı değerlendirmelerim olacak. Ancak üniversitelerimizin bu konuya daha fazla eğilmeleri, daha fazla yoğunlaşmaları gerektiğine inanıyorum. Yüz yıl önce I. Dünya Savaşı, o dönemde Osmanlı Cihan Devleti’ni çok köklü şekilde etkilemişti, sonucunda da Türkiye Cumhuriyeti Devleti doğmuştu. Yani I. Dünya Savaşı’ndan en fazla etkilenen bizler olduk. Savaşın sonucu da elbette o günlerle sınırlı kalmadı, savaş 1918 yılında bitmiş olmasına rağmen etkisi, özellikle de sancısı bugünlere kadar devam etti. Şu anda Balkanlar’da, Kafkasya’da ve Ortadoğu’da var olan hemen tüm krizlerin, anlaşmazlıkların temelinde I. Dünya Savaşı vardır. Filistin meselesi, Irak, Suriye meselesi, Lübnan’da zaman zaman ortaya çıkan sorunlar, şu anda Yemen meselesi, Kuzey Afrika’da, Balkanlar’da ortaya çıkan krizler, yüz yıl önce başlayan bu savaşa aittir. Egemen güçler gelmiş Osmanlı Devleti’nin topraklarını parçalamış, Osmanlı Devleti’nin boşalttığı alanlara da yapay, gerçekçi olmayan petrol ve çatışma odaklı sınırlar çizmişlerdir. Ortadoğu haritasında sınırlara baktığınızda, sınırların cetvelle çizildiğini görürsünüz. Ne yazık ki, cetvelle çizilen o sınırlar 100 yıl boyunca bölgede akan kanın ve gözyaşının da kaynağı olmuştur.
Burada bir üzüntümü de ifade etmek durumundayım. Maalesef bizim üniversitelerimiz işte bu 100 yıl önce başlayan bu sürece gerekli hak ettiği ilgiyi göstermemiştir. Bakınız, Irak’ı sadece kendi kaynaklarımızdan, sadece İstanbul’daki arşiv belgelerinden araştırsak, inanın dünyanın en iyi Irak uzmanlarını biz yetiştirmiş oluruz. Suriye’yi değil Suriye’de, İstanbul kütüphanelerinde dahi araştırsak dünyanın en iyi uzmanlarına biz sahip oluruz. İsrail-Filistin meselesini -bunu Osmanlı varisleri olarak söylüyorum- bizim kadar anlayabilecek başka bir millet yoktur. Hatta bu meselenin de tüm belgeleri bizim arşivlerimizde, bizim kütüphanelerimizde vardır. Ancak burada bir şey var, bizim şahdamarımız kesildi. Nedir o? Biz o arşivin dilini anlamıyoruz, o arşivin dilini bilmiyoruz. Arşivlere girdiğimizde, bakıyorsunuz orada George var, ama orada Ahmet, Mehmet, Hasan, Hüseyin yok. Şimdi bizim bunu halletmemiz lazım, bunu bilmemiz lazım.
Bir ülkenin önemli bir lideri yıllardır bana Başbakanlığım döneminde hep bizim devlet arşivlerini almak istediğini teklif ediyor. Dedim ki “Biz hepsini bunların veremeyiz, velev ki replika olsa dahi veremeyiz.” Niye? “Bunların sır olma özelliği var, bazıları noktasında bazı çalışmalar yapabiliriz, ama hepsini veremeyiz. Çünkü ecdat bize öyle deliller, öyle belgeler bırakmış ki, bunların birçoğunu maalesef bizden önce gelen birileri hassasiyetini bilmeden bunları maalesef satmışlar ve zaman, zaman bazı yerlerde bunları buluyoruz ve geri alıyoruz.”
Kardeşlerim,
Sevgili Öğrenciler,
Üzerinizde, şunu unutmayın, tarihi bir sorumluluk var. Lübnan sorunlarını yaşarken Lübnan’a bir seyahatim oldu. Oradaki muhalefet liderlerinden bir tanesi bana orada bir ifade kullandı, çok manidardır, yaşadığım için söylüyorum. “Biz” dedi, “Aslında sizin bu arabuluculuklarınızı filan pek anlamıyoruz.” “Niye?” dedim. Dedi ki “Bu işin tek çözümü var, sizin dedeleriniz gibi yapmanız lazım, Osmanlı gibi geleceksiniz, buralardan şöyle gelip geçeceksiniz, bu işi çözeceksiniz” dedi. Şu anda bu zat, yine Lübnan’da önemli bir mevkide olan bir zat. Şu anda yine biz böyle olalım havasında değilim, ama yani o siyasi temsilcinin hadiselere, olaylara bakışını anlatmak istiyorum. Belki şu anda, bu asırda bulunduğumuz yıllar içerisinde bu işi yapanlar yok mu? İşte çevremizde uluslararası camiada, Afrika’da olanlara bakın, son dönemlerde Ruanda’da Orta Afrika Cumhuriyeti’nde olanlara bakın, yaşananları görüyorsunuz, Kırım’da olanları görüyorsunuz, birçok şeyler yaşanıyor.
Kardeşlerim,
Şunu altını çizerek ifade ediyorum: Biz bu üniversitelerimizde tarihle bugünü, bugünle yarını inşa etmeye mecburuz. Çünkü biz inşa ve ihya ile mecburuz ve bunu yapacak kalitedeyiz. Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi inşallah bunu başarmalıdır diye düşünüyorum. Öncelikle arşiv belgelerini ya da kütüphanelerdeki kitapları okuma imkânı bizim öğrencilerimizin ve akademisyenlerimizin elinden alındı, bunu bilesiniz. İkincisi statüko tarafından özellikle Ortadoğu hep bir öcü gibi, karanlık bir dünya gibi, hatta bataklık gibi gösterildi, bağlar koparıldı.
Bizim şu anda Kâğıthane’de, İstanbul’da bir arşivimiz var. Dijital ortamda belgeleri ile gerçekten çok kalite modern bir arşiv orada inşa ettik. Niye? Çünkü bunların çürümesini istemiyorduk, bunların farklı bir şekilde yapılmasını, ihyasını istiyorduk. Hamdolsun bunu başardık, güzel bir eser meydana getirdik ve bundan sonra çok daha farklı bir şekilde bu mesafeyi almamız, adımları atmamız gerekiyor.
Amerika Birleşik Devletleri’nden, İngiltere’den, Fransa, Almanya’dan sadece askerler ve tüccarlar değil, aynı zamanda akademisyenler de geliyor, bölge üzerinde çalışmalar yapıyorlar, ama biz bölgeye bile gitmeden sadece İstanbul’da çalışarak dahi çok önemli eserler çıkarabilecekken bunu yapmıyoruz, yapamıyoruz. Neden? Çünkü yaklaşık 100 yıldır bizde şu söyleniyor: Araplar bizi sırtımızdan vurdu. Sokakta köpek dolaşıyor değil mi? Ne diyorlardı hatırlayın, “Arap, Arap, Arap”, köpeğe o ismi veriyor. Niye? Hep bağları koparmak, bu anlamsızdı. Ortadoğu’yu hep karanlık, Ortadoğu’yu hep bataklık olarak gördük, gösterdiler. Aslında niçin oraların sevki idaresinde biz önemli rol oynamadık?
Biz büyük bir devlettik. O zaman büyük olaylara talip olmaya mecburduk. Bu ülkenin yaklaşık yaşındaki bir siyasi partisi dahi bugün bile çıkıp Ortadoğu’yu bataklık olarak tanımlayabiliyor. Çünkü I. Dünya Savaşı’nın Türkiye’ye çizdiği sınırlardan biri de işte bu dildir, -bunun çok önemle kavranması lazım- bu söylemdir. I. Dünya Savaşı’nın ardından Türkiye’de statükoya, Ortadoğu’ya sırtını dönme vazifesi verilmiştir ve statükoda sorgusuz, sualsiz bu vazifeyi taşımıştır. Bunu iyi yakalamamız lazım. Aradan 100 yıl geçti hala bu vazifeyi taşıyanlar var, hala Ortadoğu’ya bataklık diyenler, hala Türkiye yüzünü sadece batıya dönsün, Ortadoğu’ya da tam olarak sırtını dönsün diyenler var. Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları öncülüğünde 1923’te yeni bir Cumhuriyet kurulmuşken, Gazi Mustafa Kemal tarafından bu millete sürekli sürekli özgüven aşılanmışken, birileri maalesef hala I. Dünya Savaşı yenilgisinin ezikliğini üzerinde taşıyor.
Artık zihinlerde üretilen bu yapay sınırları aşmak zorundayız, geçmişimizle çok cesur bir şekilde tanışmak, yüzleşmek, geçmişimizi çok cesur ve özgüvenli şekilde analiz etmek zorundayız. I. Dünya Savaşı’nı bilmeyen inanın bugünü anlayamaz. Türkiye’nin misyonunu ve vizyonunu asla anlayamaz. İşte onun için üniversitelerimizden rica ediyorum, bu meseleyi etraflıca ele alalım, bu mesele üzerinde etraflıca çalışalım, gençliğimiz ile geçmişimiz arasındaki o karanlık dönemi ortadan kaldıralım, aydınlatalım ve nasıl bir devlet, nasıl bir millet olduğumuzu tüm dünyaya bir kez daha gösterelim.
Kardeşlerim soruyorum sizlere, acaba binlerce kilometre uzaklıktan bakıyorsunuz, bir ülke niye Afganistan’a gelir? Niye Irak’a gelir? Niye Suriye’ye gelir? Bunun üzerinde acaba hiç zihinsel bir çalışma yapıyor muyuz? Neden? Bunun üzerinde durmamız lazım. Bakın çok iddialı söylüyorum, eğer bu bölgenin tarihi yazılacaksa bunu Türkiye’deki tarihçilerden daha iyi hiç kimse yazamaz. Eğer bu bölgenin romanı, hikâyesi yazılacaksa, filmi yapılacaksa bunu bu ülkenin yazarlarından, yönetmenlerinden daha iyi hiç kimse yapamaz, bunu böyle bilmemiz lazım. Bu bölge üzerine Türkiye’nin analistlerinden, uzmanlarından daha iyi hiç kimse analiz yapamaz. Uluslararası politikasını hiç kimse bizden daha iyi anlatamaz.
Bizim Irak ve Suriye ile yaklaşık 1295 kilometre sınırımız var. Yüz yıldır Irak’a, Suriye’ye her milletten her ülkeden insan geldi, buralarda ticari faaliyette bulundu, ama bizde hükümetler pompalanan o korku ve tehdit nedeniyle sırtlarını döndüler. İşte şu anda orada yaşanan hadiseler doğrudan doğruya bizim ülkemizi de etkiliyor. Kimi zaman insan göçü olarak etkiliyor, kimi zaman sınır güvenliği açısından, kimi zaman terör tehdidi açısından etkiliyor. Sınırlar öyle çizilmiş ki, köyler ikiye ayrılmış, akrabalar birbirinden koparılmış. Sınırın öte yanında bir köy yanarken, bu tarafın seyretmesi asla mümkün değil. Bunu sadece bugünlerde gündemde olan Kobani için söylemiyorum, Halep’te, Şam’da, Arap vatandaşlarımızın akrabaları var. Lazkiye’de, Musul’da, Kerkük’te Türkmen vatandaşlarımızın akrabaları var. Erbil’de, Kobani’de Kürt vatandaşlarımızın akrabaları var. Ezidi vatandaşlarımızın, Süryani vatandaşlarımızın oralarda akrabaları var. Bu şehirler yanarken biz sırtımızı mı döneceğiz? Bu şehirler yanarken “Ortadoğu bataklıktır” şeklinde cahilce ve insanlık dışı tanımlar yapıp ilgisiz mi kalacağız?
Onlarca yıl “Ortadoğu bataklıktır” denildi, “Araplar bizi sırtımızdan vurdu” denildi, Kürtler asimile edilmek istendi, Araplar, Ermeniler, Rumlar yok sayıldı, ama Türkiye o zaman büyük devlet, kucaklayıcı, şefkatli devlet olamadı. Ne acıdır ki, şu anda “Ortadoğu bataklıktır” diyenler, Ortadoğu’yu bir bataklığa çevirmek isteyen Şam rejimine karşı sonsuz muhabbet besliyorlar. Muhabbetiniz bol olsun.
Türkiye IŞİD'e destek veriyormuş. Bize öyle bir iftira, öyle bir ithamda bulunuluyor ki, buradan şu anda Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni yaralamak istiyorlar. Kendi ülkesi aleyhine uluslararası kampanyaların sözcülüğünü yapanlar, IŞİD'i besleyen, büyüten Şam rejimine karşı en küçük bir söz söyleyemiyorlar.
Değerli Hocalarım,
Sevgili Öğrenciler,
Sevgili Katılımcılar,
Bugün yaşanan olaylar, 100 yıl önce I. Dünya Savaşı’nın tohumlarını ektiği sorunların tezahürüdür. Kobani tamamen bahanedir. Asıl amaç bakın açık söylüyorum, Türkiye'yi dize getirme, Türkiye'ye boyun eğdirme, Türkiye'ye istikamet çizdirme gayretidir. Türkiye'nin ekonomisi büyüdü, çok büyüdü, yıpratalım. Türkiye'nin demokrasisi çok gelişti, geriletelim. Türkiye çok hızlı büyüyor, güçleniyor, bunu durduralım. İşte bunu yapmak istiyorlar ve ne acıdır ki, bunu yaparken Türkiye içindeki piyonlarını kullanıyorlar. Bölgedeki kanlı terör örgütlerini, bu terör örgütlerinin emrindeki siyasi yapıları kullanıyorlar. Kandırılmış, istismar edilmiş gençleri, çocukları kullanıyorlar. Pensilvanya gibi ihanet şebekelerini kullanıyorlar. Yine acıdır k, Türkiye içindeki ana muhalefeti, muhalefeti, bazı medya kuruluşlarını, işte bu kirli amaç uğruna harekete geçiriyorlar. Türkiye'yi gerçeğe tamamen aykırı olarak, teröre destek veren ülke gibi göstermek, ancak ve ancak Türkiye düşmanlarını yapacağı iştir. Ama bunu burada medya ya da siyasi partiler de yapabiliyorlar. Hatta paralel yapının zehiri ile uyuşmuş bazı yargı mensupları, bazı emniyet mensupları bu ihanet girişiminin içinde yer alıp, Türkmenlere yardım götüren MİT tırlarının önünü kesip, bu Türkiye düşmanı çevrelere yalan servis yapabiliyorlar. Bilmedikleri bir şey var, Türkiye artık eski Türkiye değil. Türkiye üzerinde ameliyat yapılacak, üzerinde operasyon yapılacak bir ülke değil. Türkiye terör örgütlerinin, sokak serserilerinin gösterileriyle istikametini değiştirecek bir ülke hiç değil. Uluslararası odakların maşası olarak, Kobani bahanesi ile polisimize, askerimize, kamu ve özel mülke saldıran her kim olursa olsun, misli ile karşılığını alır. Bundan sonra daha da sert olarak alacaktır. Bunu da bilmenizi istiyorum.
Sevgili Hocalarım,
Sevgili Gençler,
Burası muz cumhuriyeti değil. Dışarıdan talimat alacaksın, gelip burada huzuru bozmaya kalkışacaksın. Bizim huzurumuz bozulmaz. Ama bunu yapanların da, onların maşalarının da, huzuru çok kötü bozulacak. Egemenliğimize, bayrağımıza, -gördüğünüz gibi birçok yerde Atatürk büstlerini kırdılar, yıktılar- toprağımıza, ortak değerlerimize, en önemlisi de kardeşliğimize ve birliğimize yönelik saldırıların, bütün bunların karşısında asla müsamahakâr davranmayız.
Şunu da buradan açık açık ifade ediyorum: Sokaktaki bu teröristlerin, şımarık serserilerin, Kürt kardeşlerimizle, Kürt vatandaşlarımızla uzaktan yakından ilgisi yoktur. Bu sokak serserilerine bakıp tüm Kürt kardeşlerimizi itham etmek, insanen, vicdanen ve imanen yanlıştır.
Bakın bir kaç gündür çok önemli bir nokta gözden kaçırılıyor. Bu vandallar bu yağmacılar kimlere saldırıyor. Sakallı vatandaşlarımıza, başörtülü kardeşlerimize, hatta Suriye’den, Suudi Arabistan'dan gelmiş sakallı misafirlere, başörtülü kadınlara. Kürtçe bilmiyorsan yandın. Kutsal ve İslami değerlerimize saldırıyorlar. Benim Kürt kardeşim, Kürt vatandaşım böyle bir alçaklığa asla prim vermez, bu hainlerin yanında asla durmaz. PKK terör örgütü otuz yıl boyunca bizim topraklarımızla birlikte, bu toprakların kutsal değerlerine saldırdı. İşte bugün de gerçek yüzünü bir kez daha ortaya koyuyor. İslami değerleri hedef alıyor. Biz bunu Türkiye'de geçmiş yıllarda çok gördük. Sakal bırakan, selam veren, başörtüsü takan, gerici, yobaz diye yaftalandı, tahkir edildi. Birçok imkândan mahrum bırakıldı. İşte şu anda da PKK ve onun kuklası olan siyasi parti Kürt kardeşlerimden selam verene, sakal bırakana, başörtüsü takana, namaz kılana hiçbir irtibatı olmadığı halde IŞİD'ci muamelesi yapıp, alçakça linç ediyor. Sizin IŞİD'den ne farkınız var? O da terörist, sen de teröristsin. “Seninki olursa iyi terörist, onunki olursa kötü terörist”, böyle bir mantık yok. Terörün ve teröristin hepsi kötüdür. Terörden bugüne kadar en fazla zararı gören aslında Kürt kardeşlerimiz oldu. Şu anda sahnelenen terörden zarar gören yine Kürt kardeşlerimiz. İnanıyorum ki bu olayların ardından Kürt vatandaşlarımız, siyasetçi görünümündeki kan tüccarları ile aralarına bir mesafe koyacaklardır. Koyacaklardır.
Değerli Kardeşlerim,
Ya geçmişte siz Diyarbakır'ın ötesindeki ortada bir askeri havalimanı var. Ağrı’da, Muş’ta, Kars’ta, Iğdır'da Şırnak’ta havalimanı duydunuz mu? Doğru dürüst bir bölünmüş yol duydunuz mu? Üniversite duydunuz mu? Ya biz bunların hepsini yaptık. Hepsini yaptık. Şimdi soruyorum ya biz yanlış mı yaptık? Yani biz bu havalimanlarını yaparken, bu yolları, okulları yaparken, hastaneleri yaparken yanlış mı yaptık? Bizim tek derdimiz vardı ya. Orada benim vatandaşım var. “Ona da hizmet götürmek bizim görevimizdir” dedim, onun için bunları yaptık. Bütün buralar 780 bin kilometrekare Türkiye'dir.
Bakın şu anda Hakkâri’de biz 2013 sonu itibari ile havalimanını bitirecektik, bitiremedik. Neden? Durmadan iş makinaları yakıldı. Müteahhitler durmadan tehdit edildi ve durmadan değiştirdik. Bakın hala bitiremedik. Düşünün biz Hakkâri’ye bile, Yüksekova'ya aynı şekilde havalimanı yapıyoruz. Neden? Çünkü orası bu vatan topraklarıdır. En uçta bile olsa Hakkârili kardeşimin de uçakla gitmek-gelmek hakkıdır diye bunları yaptık. Ayrımcılık yok. Ayrımcılık yok. Ama bunlar bütün bunları anlamak da maalesef hiç işlerine gelmiyor ve anlamak da istemiyorlar.
Kardeşlerim, bütün bunlarla birlikte bakın iki tane lüks hastane yaptık. Birisi Yüksekova, birisi Hakkâri merkez. Yüz ellişer yataklı iki lüks hastane. Bizzat açılışlarını gittim yaptım. O zaman Başbakan’dım. Çok enteresan, Yüksekova'da halkı tehdit ettiler. Halk oraya gelemedi ve hasta ziyareti yapıyorum. Yanıma genç hanım doktorlardan bir tanesi geldi. “Başbakanım” dedi, “Tehdit altındayız.” “Ne istiyorsunuz?” dedim. “Ne olur” dedi, “Bizi şehir içinden kurtarın. Bizi burada bir kampüs ve kampüsün içerisinde lojmanlar yapın ki biz hiç olmazsa evimizden hemen hastaneye, hastaneden hemen evimize geçelim” ve hemen bir karar aldık. Dedik ki, doktorların, hemşirelerin hepsinin lojmanlarını da biz kalkacağız, hastaneleri bir kampüs haline getirip oralara yapacağız ve yaptık. Aynı şeyi öğretmenlerimize uyguladık. Emniyet mensuplarımıza başlamıştık, aynen onu devam ettirdik, ettiriyoruz. Zaten askerin bu noktada lojmanları var, o devam ediyor.
Şu yapılanı görüyor musunuz? Yani ülkenin kendisine hizmet veren doktorunu dahi tehdit ediyorlar. Hele hele bir polis kardeşimizin hanımı hamile. Yanıma sokuldu. Arabaya biniyorum, baktım gözleri yaşlı. “Başbakanım” dedi. “Dün gece burada olaylar vardı. Siz geleceksiniz diye burada olaylar meydana geldi. Beyim de görevdeydi. Beni evimde taciz ettiler” dedi. Ya bunlar hangi yüzle bu milletin karşısına çıkıp da siyaset yapıyorlar. Bunların siyasi temsilcileri hala özgürlük diyorlar, hala barış diyorlar. Bunun neresinde barış var, neresinde özgürlük var, soruyorum sizlere. Bazıları üniversitelerimizi karıştırmak istiyorlar. Bunlara karşı duyarlı olalım. Tabii burada hocalarımıza önemli görevler düştüğü gibi, öğrencilerimize de çok önemli görevler düşüyor. Üniversitelerimize, asla bu barışa onların bu karanlık gölgesi düşmemeli.
Okul yakmak ne demek? Doğudaki, Güneydoğu’daki okuyamasın demek. Hastane yakmak, ambulans, kan aracı yakmak ne demek? Doğudaki, Güneydoğu’daki vatandaş eskiden olduğu gibi sağlık hizmetlerinden mahrum kalsın, hatta ölsün demek. Diyarbakır zindanlarında işkence yapanların, faili meçhullerin faillerinin hissiyatı neyse, inanın bu terör örgütünün de, bu siyasi partinin de hissiyatı aynı. Ne yazık ki zarar gören her seferinde Kürt vatandaşlarımız oluyor. İşte onun için Çözüm Süreci’ni bu sabotajlara rağmen kararlılıkla sürdüreceğiz. Kürt kardeşlerimizi terörün baskısından, zulmünden ve cinayetlerinden kurtarmak için bu sürece sahip çıkacağız.
Üniversitelerimizden, özellikle de hocalarımızdan benim bir ricam var. Öğrencilerin yaşanan olayları iyi analiz edebilmeleri sizlerin elinde. Hadiselerin arkasındaki asıl sahipleri görebilmeleri sizlerin elinde. Irkçılıktan, nefret suçlarından uzak durabilmeleri, tahrikler karşısında uyanık olabilmeleri, inanıyorum ki sağduyulu olabilmeleri, değerli hocalarım, sizlerin elinde. Bunu başaracağınıza gönülden inanıyorum.
Doğrusu ben bu düşüncelerle sözlerime son verirken, Üniversitemizin 2014-2015 Akademik Yılı’nın tüm öğrenci ve üniversite mensuplarımız için başarılarla dolu geçmesini Allah'tan niyaz ediyorum. Rabbim bütün öğrencilerimize zihin açıklığı versin.
Yeniden kavuşmak, yeniden buluşmak umuduyla, hepinizi sevgiyle ve saygıyla selamlıyor, Allah'a emanet ediyorum.