Karadeniz Teknik Üniversitesi 2014-2015 Akademik Yıl Açılış Töreni'nde Yaptıkları Konuşma

10.10.2014

Karadeniz Teknik Üniversitesi 2014-2015 Akademik Yıl Açılış Töreni'nde Yaptıkları Konuşma

Sayın Rektör,

Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin Çok Değerli Mensupları,

Değerli Hocalarımız,

Sevgili Öğrenciler,

Hanımefendiler, Beyefendiler,

Sizleri en kalbi muhabbetlerimle selamlıyor, 2014-2015 Akademik Yılı’nın Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin tüm öğrencileri, tüm akademik ve idari personel için hayırlara vesile olmasını Allah’tan niyaz ediyorum.

Akademik Yıl’ın açılışında, Üniversitemizin tüm mensuplarına üstün başarılar diliyorum. Polislerimizle ilgili taziye, halkın direkt seçtiği 12. Cumhurbaşkanı olarak ilk üniversite ziyareti ve az önce Değerli Rektörümüzün de ifade ettiği gibi, dün Bingöl’de yaşanan olayda, 2 polisimizin orada şehit edilmesi, tabii bugün gerçekten gerek toplu açılış töreninde, gerek burada, gerek akşam STK’larla yapacağımız toplantıda, böyle bir girişi gerektirdi. Kendilerine Allah’tan rahmet diliyorum. Yaralı Emniyet Müdürümüze ve komiserimize şifalar diliyorum. Yine yaralanan çok sayıda vatandaşımıza şifalar diliyorum. Biraz sonra kısmen oraya da değinmek durumundayım, değineceğim.

Tabii benim doğrudan halkın oylarıyla seçildiğim bu 10 Ağustos Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde, ilk ziyaretim tabii buraya, Karadeniz Teknik Üniversitesi’ne oluyor. Bir başka anlamlı yanı da, aynı zamanda 61. güne rastlıyor, bir de böyle bir tuhaflık var. Böyle anlamlı kılan bir tablo içerisinde bugün Trabzon’dayız. Ve gerek tüm akademisyenlerimiz için, tüm öğrencilerimiz için, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin tarihi ile bugünü ve yarını inşallah çok daha farklı olacaktır.

2010 yılında Başbakanken, Karadeniz Teknik Üniversitesi’nde tamamlanan yeni birimlerin açılışını gerçekleştirmiş, aynı zamanda Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin şahsıma tevdi ettiği fahri doktora unvanını da teslim almıştım.

Esasen o gün aldığım fahri doktora unvanıyla da kendimi Karadeniz Teknik Üniversitesi’nin bir mensubu addediyor, bununla da iftihar ediyorum. Tabii, o günün rektörü İbrahim Hocamız da burada, kendisine de ayrıca teşekkür ediyorum.

1955 yılında, İstanbul ve Ankara dışındaki ilk üniversite olarak kurulan Karadeniz Teknik Üniversitesi, çok hızlı şekilde büyüdü, gelişti. Tabii, bölgemizin coğrafi durumunu da şöyle göz önüne aldığımız takdirde, buralarda hakikaten yapılanma kolay bir iş değil, çok zor. Ama buna rağmen dağlar delinerek yine de çok şeyler yapılabiliyor. Ve bu şekilde Karadeniz Teknik Üniversitesi büyüdü; bugün artık uluslararası bir üniversite haline dönüştü. Burası çok uzun yıllar Karadeniz Bölgesi’nin tek üniversitesi oldu.

Eğitim için her türlü fedakârlığı göze alan Karadeniz ve diğer altı bölgemizin yoğun ilgisine mazhar oldu. Artvin, Rize, Ordu, Giresun, Gümüşhane ve diğer çevre illerde açtığımız yeni üniversiteler, aslında Karadeniz Teknik Üniversitesi, bu yeni üniversiteler için adeta bir maden oldu ve ciddi bir yük aldı. Önemli ölçüde bu yükü alan Karadeniz Teknik Üniversitesi, hakikaten bu gücünü oralara sürekli devşirdi. Fakat bu arada Karadeniz Teknik Üniversitesi önemini yine de yitirmedi, kaybetmedi.

Esasen 2006 ve 2009 yılları arasında faaliyete geçen Artvin, Rize, Ordu, Giresun ve Gümüşhane’deki üniversitelerimiz, bu arada alt yapısı ve insan kaynağıyla tabii ki, kendileriyle görüştüğümüzde de hiçbir zaman Karadeniz Teknik Üniversitesi’ni doğrusu unutmuyorlar, bunu da takdirle anıyorlar.

Bütün bunlara rağmen 2002 yılında 5 fakülte, 3 enstitü, 1 yüksekokul ve 5 meslek yüksekokulunda 37 bin öğrencimize hizmet veren üniversitemiz, bugün 17 fakülte, 4 yüksekokul, 13 meslek yüksekokulu ve 7 enstitü, 1 konservatuarda, 58 bin öğrencimize hizmet veriyor.

İnşallah, devam eden yatırımlarla, yeni yatırımlarla, diğer tüm üniversitelerimiz gibi, Karadeniz Teknik Üniversitesi de büyümeye, bölgesinde, Türkiye’de ve dünyada iddia sahibi bir üniversite olmaya devam edecektir. Ben buna inanıyorum.

Akademik personel yetiştirmek için, son dönemde gerçekleştirilen insana yatırım, inanıyorum ki, buranın çehresini daha hızlı değiştirecek.

Gerçekleştirdiğimiz son İngiltere ve ABD ziyaretlerinde fırsat buldukça, oralardaki vatandaşlarımızla, özellikle de gençlerimizle bir araya geldim. Hepsine, eğitimlerini tamamladıktan sonra ülkelerine dönme, üniversitelerimizde görevler üstlenme tavsiyesinde bulundum. Gerek burada yetişen akademisyenlerimiz, gerek yurt dışında yetişen akademisyenlerimiz, Türkiye’de üniversite kavramını köklü şekilde değiştiriyorlar ve ben bunu değiştireceklerine de doğrusu inanıyorum.

Esasında üniversitelerimiz, son yıllarda artık nihayet kendi asli vazifelerini yapmaya, asli vazifeleriyle gündeme gelmeye başladılar. Şöyle 12 yıl öncesine baktığınızda, üniversitelerin tamamen alanları dışındaki haberlerle gündeme geldiklerini görürsünüz.

Üniversiteler, çatışma haberleriyle gündeme geliyorlardı, yasaklarla, kısıtlamalarla, ikna odalarıyla gündeme geliyorlardı. Özgürlüğün alabildiğine yaygın ve güvenli olması gereken üniversiteler, özgürlüğü kısıtlayan kurumlar olarak gündemi meşgul ediyorlardı.

Statik, yani durağan olmayı reddetmesi gereken, soru sorması, sorgulaması gereken, özgür düşünceyi savunması gereken üniversiteler, ideolojik saplantıların adeta merkezi gibi sunuluyordu. Bilimsel faaliyetler, bilimsel başarılar, eğitim faaliyetleri, araştırma-geliştirme faaliyetleri, üniversite-şehir, üniversite-sanayi işbirlikleri ne yazık ki geri planda kalıyordu.

Allah’a hamdolsun, üniversiteleri 76 üniversiteden aldık, 175 üniversiteye çıkardık. Bunu eleştirenler de oldu, haklı yanları yok değil, doğrudur. Ama biz istiyorduk ki, artık şu göç dalgalarını durduralım. Yani bugün Hakkâri’deki bir genç, üniversite okumak için illa da Ankara’ya veya komşu bir ile veya İstanbul’a gitmek durumunda kalmasın. Ha fevkalade haller de olabilir, yani yüksek puan tutturur, İstanbul, Ankara buralara da gidebilir. Ama öyle gençler de olabilir ki, “Ha bizim Hakkâri’deki üniversitemizde şu şu şu branşlar var, biz burada da üniversitemizi okuyabiliriz” der ve orada kalır. Aynı şekilde diğer illerde de bu durum olabilir. Bizim görevimiz nedir? Eğitim kurumlarını onların ayağına getirmektir, öğrenciyi alıp farklı illere çekmek değil. Göçün önemli nedenlerinden bir tanesi de budur. Ve biz bu adımı attık.

Tabii, bu arada ciddi bir açığımız var. Nedir? Akademisyen açığımız. Şimdi bunu da yapması gerekenler, siz değerli hocalarımızsınız, üniversitelerimiz. Buralardan akademisyenlerimizi yetiştireceğiz, profesörlerimiz, doçentlerimiz, yardımcı doçentlerimiz, doktorlarımız, bunlar yetişmek suretiyle, artık buralardaki sıkıntıları da büyük ölçüde inşallah aşacağız. Tabii bu farklı branşlara girmek istemiyorum, bütün branşlarda sıkıntılarımız var. Ama kutlu doğum sıkıntılı olur.

Ben inanıyorum ki, bu kutlu doğum da sıkıntılı bir şekilde gerçekleşiyor ve gerçekleşecek. Üniversitelerin kendi asli vazifelerine, eğitim ve bilim alanına dönebilmesi için, artık en başta başarılarla gündeme gelebilmesi için, yoğun gayret sarf ettik, ediyoruz, edeceğiz.

Hiç kuşkusuz daha kat etmemiz gereken uzun bir mesafe var. Eğitim, nasıl hayat boyu devam eden uzun soluklu bir süreçse, iyileşme, gelişme, değişim ve tekâmülde, hiç kuşkusuz uzun soluklu bir süreçtir. İşte geçenlerde Başbakanımız, biliyorsunuz özlük haklarıyla ilgili bir müjde verdi. Ve özlük hakları noktasında da atılacak bu yeni adımlarla inşallah akademisyenlerimizin bu noktadaki refah düzeyi, daha da üst düzeylere doğru böylece yükselmiş olacaktır.

Türkiye’de son dönemde eğitime yapılan yatırımların işte bu uzun soluklu süreçte mutlaka meyvelerini vereceğine ben inanıyorum.

Değerli Arkadaşlar,

Saygıdeğer Hocalarım,

Aslında Türkiye’de sadece üniversiteler değil, yakın tarihe baktığınızda birçok kurumun asli vazifelerinin dışında faaliyet gösterdiğini, enerjisini ne yazık ki asli vazifelerinin dışında sarf ettiğini ya da sarf etmek zorunda kaldığını görürsünüz. Örneğin siyaset kurumu, çok uzun yıllar enerjisini Türkiye’nin ilerlemesine, kalkınmasına huzur ve istikrarın pekişmesine değil, kendi ayakları üzerinde durabilmeye maalesef teksif etmiştir. Bürokrasi, kendisine hizmeti, kendi varlığını güvence altına almayı, çok uzun yıllar millete hizmet etmenin önüne koymuş, enerjisini milletten ziyade, kendisi için sarf etmeyi tercih etmiştir. Adalet kurumları, milletle kucaklaşmak yerine, hızlı ve tatmin edici adalet dağıtmak yerine, enerjisini siyaseti kısıtlamaya harcamıştır. Güvenlik birimleri, aynı şekilde, milletin çıkarlarını öncelikle korumak, demokrasiye ve siyasete güvenli alan açmak yerine, statükoyu korumayı öne çıkarmış, enerjisini buna sarf etmiştir.

Genel olarak baktığınızda, devlet enerjisini şöyle milletle kucaklaşmak, milletiyle el ele verip ileri hamle yapmak yerine, milletiyle arasına mesafeler açmak için seferber etmiştir. 2000’li yılların başına kadar, Türkiye’nin son derece gereksiz, sanal, üstelik ülkede ağır tahribata yol açan kimi yapay sorunlarla sürekli enerji kaybettiğini görüyoruz. 1945 sonrası Avrupa ülkelerine bakın, ABD’ye, Japonya’ya bakın, 2. Dünya Savaşı’na katılmış ve ağır zayiatlar vermiş bu ülkelere bakın. Bu ülkeler, enerjilerini kalkınma için, ilerleme, demokrasi, adalet, insan hakları için çok yoğun şekilde seferber ederken, Türkiye 10 yılda bir darbelerle, kısır siyasi tartışmalarla, anlamsız yasaklarla, kısıtlamalarla, kimi zaman iç çatışmalarla, kimi zaman terörle mücadeleyle, maalesef kendi içine kapanmıştır.  Ve düşünebiliyor musunuz, çok partili siyasi dönemde 16 ayda bir hükümet değişen bir ülke. Bu ülkede istikrar olabilir mi, bu ülkede kalkınma olabilir mi? İstikrarın işte yakalandığı dönem, 2002 sonrası, şu ana kadar gelen dönemdir. Bu da Türkiye’yi zaten sıçratmıştır ve hiçbir askeri darbe, Türkiye’ye kazanç sağlamamıştır. Tam tersine, Türkiye’ye çok ağır bedeller ödetmiştir. Hiçbir yasak, hiçbir kısıtlama Türkiye’yi ileriye taşımamıştır. Siyasetin faaliyet alanının daraltılması, demokrasiye hiçbir fayda getirmemiş, tam tersine demokrasiyi kırılgan hale getirmiştir, ürkek bir hale getirmiştir. Sorumlu bir muhalefet sergilenmediği için, hizmeti öne çıkaran bir iktidar anlayışı yerleşmediği için koalisyon ve sık tekrarlanan seçimler nedeniyle istikrar tesis edilemediği için, Türkiye uzun yıllar önünü göremeyen bir ülke konumunda kalmıştır.

Değerli Hocalarım,

Değerli Öğrenciler,

Bu noktadan bakıldığında yeni Türkiye, esasında enerjisini artık yapay meselelerle sarf eden değil, enerjisini olması gereken mecralarda kullanan bir Türkiye’dir. Şu anda siyaset, kendi alanı içinde güvenle hareket ediyor. Bürokrasi, enerjisini millete hizmet için sarf ediyor. Yargı, milletin yargısı olma yolunda emin adımlarla ilerliyor. Devlet enerjisini artık kendisi için değil, milleti için seferber ediyor, milletiyle kucaklaşıyor.

Üniversiteler, sivil toplum örgütleri, medya, iş dünyası, sendikalar,  enerjileri başka alanlarda değil, kendi asli alanlarında yoğunlaştırıyor, bu noktada önemli mesafeler kat ediyorlar. Her yapının, her kurumun, kendi asli vazifesine yoğunlaşmasıyla birlikte, iç ve dış politikada, demokratikleşmede, özellikle de ekonomide Türkiye başarılı hamleler hamdolsun yapabiliyor.

Bakınız, son 12 yılda Türkiye ekonomisi yıllık ortalama yüzde 5 oranında büyüme kaydetti. Bu, sadece ekonominin kendi başına elde ettiği bir başarı değildir. Bu, istikrarın, güven ortamının, demokratikleşmenin bir neticesidir. Aktif dış politikanın, yani her yapının, her kurumun, kendi alanında faaliyet göstermesinin bir sonucudur. Siyaset güç kazandıkça, Türkiye ekonomisi büyümüştür. Elini çektikçe Türkiye ekonomisi bu noktada büyümüştür. Türkiye ekonomisi bu şekilde büyümeye de devam edecektir.

Askeri ve sivil bürokrasi, kendi asli vazifelerine yoğunlaştıkça Türkiye ekonomisi yine büyümüştür. Toplum rahatladıkça, yasaklar kalktıkça, kısıtlamalar ortadan kaldırıldıkça, korkular giderildikçe, Türkiye ekonomisi zenginliğine zenginlik katmıştır. Artık korkan, ürken, tehditlere boyun eğen değil, milletten aldığı gücün farkında olan ve bu gücü cesaretle kullanan bir siyaset anlayışı var. Yasaklayan, kısıtlayan, engelleyen, reddeden, inkâr eden, asimile eden bir devlet anlayışı yok. Bütün vatandaşlarına eşit muamele eden, “İnsanı yaşat ki, devlet yaşasın” ilkesini hayata geçiren bir devlet anlayışı var.

Artık başörtüsüyle, sakalla, bıyıkla değil, eğitimle, bilimle meşgul olan üniversitelerimiz var. Bütün bunlar, Yeni Türkiye’nin ilk adımlarıdır. İnşallah bütün bu kazanımları, çok zor elde ettiğimiz, uğruna büyük mücadele verdiğimiz bu kazanımları koruyacak, bu kazanımlara yenilerini ekleyecek, daha büyük bir ekonomiyle, daha müreffeh ve özgür bir toplumla, geleceğe yürümeyi sürdüreceğiz.

Tabii, burada özellikle bir noktanın üzerinde durmak isterim. Yeni Türkiye, ayakları üzerinde cesaretle ve kararlılıkla doğrulurken, eski Türkiye’nin onu paçalarından tutup aşağı çekmeye çalıştığına zaman zaman şahit oluyoruz.

Eski Türkiye’nin kaos, kriz, terör, çatışma ve anti-demokratik atmosferinden beslenenler, Yeni Türkiye’ye karşı direnç gösteriyorlar. Eski Türkiye’de belli, mutlu zümreler kazanırken, millet sürekli kaybediyordu. Yeni Türkiye’de ise millet kazanıyor, ülke kazanıyor ama rant lobisi, faiz lobisi, kaos lobisi, kan ve terör lobisi kaybediyor. İşte bu kaybedenler, yani eski Türkiye’nin aktörleri, Yeni Türkiye’yi engellemek için, Yeni Türkiye’nin yolunu kesmek, sabote etmek için her yola başvuruyor ve her yöntemi deniyorlar.

Eski Türkiye’de yüksek faiz oranları nedeniyle servetine servet katanlar; düşünün devletin borçlanma faizinin yüzde 63 olduğu bir dönemden, şu anda tek haneli rakamdayız, aradaki fark felaket. E şimdi siz o farkı buraya çekerseniz, onlar hoplar. Ve şu anda bu böyle. Bunu yeniden daha da tırmandırmanın gayreti içindeler. Halkı yoksullaştıranlar, o eski günlerin, o eski Türkiye’nin geri gelmesini istiyorlar. Eski Türkiye’de kaostan, belirsizlikten beslenenler, Yeni Türkiye’de istikrar ve güven ortamına tahammül edemiyorlar. Eski Türkiye’de çatışmadan, terörden, kandan, şiddetten beslenenler, Yeni Türkiye’de kardeşliğin güç kazanmasından, 77 milyonun kardeşçe kucaklaşmasından rahatsızlık duyuyorlar.

Bakın Değerli Hocalarım,

Gezi olayları, eski Türkiye’yi yeniden diriltmek, ulusal ve uluslararası faiz, kaos ve terör lobilerine yeniden rant sağlayabilmek için sahneye konulmuştu. Gezi olayları sonucunda eski Türkiye bir kez daha kaybetti, Yeni Türkiye kazandı. 17-25 Aralık siyasete darbe girişimi, eski Türkiye’yi diriltme girişimiydi. Orada da kaybettiler. Şu anda birkaç gündür, eski Türkiye’yi diriltmek adına, yeni birtakım girişimlerin sahnelendiğini görüyoruz.

Dikkatinizi çekiyorum, birkaç gündür sergilenen şiddet eylemlerinin arkasında sadece bir örgüt, sadece bir siyasi görüş yok. Baktığınızda, eski Türkiye’nin tüm aktörlerinin, açık ya da gizli şekilde bu şiddet eylemlerine destek verdiğini görüyorsunuz. Sosyal medyada, yazılı veya görsel medyada şiddet eylemlerini meşrulaştırmaya, vandallığı şirin göstermeye çalışanların olduğunu görüyoruz. Sandıkta netice elde edemeyen siyasi görüşlerin, sokaktaki şiddet eylemlerinden, vandallık ve yağmacılıktan bir kez daha medet umduğunu görüyoruz.

Gezi olaylarında olduğu gibi, Türk Bayrağı’na saygı duyduğunu iddia edenlerle, Türk Bayrağı’nı yakanların aynı safta buluştuklarına şahit oluyoruz. Atatürk'ün büstünü yıkanlarla buluştuklarına şahit oluyoruz. Arkadaşlar şunu herkesin bilmesini isterim: Son günlerde sergilenen bu şiddet, vandallık ve yağmacılık eylemlerinin nedeni asla ve asla Kobani değildir. Eski Türkiye'nin diriltilmesi gayretidir. Bakın, şu anda dünyada IŞİD terör örgütünün karşısında en sağlam şekilde duran ve en büyük riski alan tek ülke var, Türkiye'dir.

Kobani’ye insani yardım ulaştıran tek ülke Türkiye'dir. Kobani'den kaçanlara kapılarını açan, onlarla evini, barkını, suyunu, ekmeğini paylaşan yegâne ülke Türkiye'dir. Hem Irak'ta, hem Suriye’de gerek IŞİD tehdidine, gerek PKK terör örgütünün tehditlerine ve diğer terör örgütlerinin tehditlerine rağmen burada direnen ülke Türkiye'dir ve biz çok akılcı çözüm önerilerini dünyanın güçlü ülkelerinin hepsine verdik. İşte ben, son Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda konuşmamda dile getirdiğim gibi daha sonra Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ndeki davette de, yine orada hepimize birer konuşma imkânı doğdu ve orada da bu işi çok açık, net bir şekilde gündeme getirdim. Orada da bunları konuştum. Fakat bizim bu söylediklerimiz, öyle zannediyorum ki, bir kulaktan giriyor öbür kulaktan çıkıyor. Bu işin dertlisi biziz ya. Bizim sınırımız Irak ve Suriye’de yaklaşık 1300 kilometre ve bu 1300 kilometrelik sınırda tehdit altında olan her an biziz.

Şu anda biz 1,5 milyon mülteciye ev sahipliği yaparken, Avrupa ülkelerinin tamamında 130 bin mülteci var. Aynı şekilde Lübnan'da 1,5 milyon şu anda mülteci var. Ürdün'de 1 milyona yakın var. Irak vesaire toplamda bakıyorsunuz ki 6 milyon mülteci buralarda. Peki, Avrupa'da? 130 bin. Diğer, Amerika vesaire oralarda var mı? Yok. “İşte ben havadan sadece bombalarım”. Bunu söyledik, dedik ki, “Havadan bombalamakla bu işi çözemezsiniz. Çünkü bu işin kara planında halledilmesi gerekir. Siz havadan bombalıyorsunuz, o ise karada tankı ile topu ile beraber yürüyor”. Kimin bu tanklar toplar? Bunları onlara da söylediğim için rahatsız oluyorlar, Amerika’nın tankı topu. Kime vermişti bunları. Maliki'ye. Maliki, IŞİD terör örgütü oraya girdiği zaman Musul'u bırakıp kaçtı ve bütün ağır silahlar hepsi IŞİD'e kaldı ve şimdi IŞİD o Amerika'nın ağır silahları ile ne yapıyor, oradaki halkı ne yazık ki vuruyor.

Ve şu anda, Türkiye'de bakıyorum ki, bazı siyasiler çıkmış şunu konuşuyor: “Tezkereye oy vermedik ama yeni bir tezkere…” Nedir? “Sadece Kobani’ye yönelik bir tezkere yapabiliriz”. Ya insaf be. Şimdi Kobani'den 200 bin insanı Türkiye evine almış, onlara ev sahipliği yapıyor, ama sen, 200 bin insanı öldüren Esed'i korumak için mi bunu yapıyorsun?

Suriye'de devlet terörü var ve bu devlet terörünün başı da Esed'dir, katil Esed. Bunu görmediğin sürece bir defa siyasette yeni bir gözlüğe ihtiyacın var. Bu, bu demektir ve bu kadar insan topraklarından, evinden çıkıyor ve bunu sağlayan, bunu teşvik eden, bunu vuran kişiyi sen kalkıyorsun korumak için farklı yöntemler ortaya atıyorsun.

Biz Amerika'ya da söyledik, dedik ki: Biz üç şeyi halletmediğiniz sürece bu işin içinde olmayız. Bir, uçuşa yasak bölge ilan edilecek. İki, güvenli bölge ilan edilecek, ki bu güvenli bölgeye biz 1,5 milyon ülkemizdeki insanları yeniden yerleştirebilelim. Üç, eğit-donat yapacağız. Bu eğit-donat orada yapılabilir, bizim topraklarımızda yapılabilir. Bunlar başarılması halinde yaparız ve önemli olan bir şey daha var. O da, bir defa Suriye'deki rejime yönelik adımları da kararlı bir şekilde atacağız. Eğer bunlar hedeflerin içinde varsa, biz böyle bir şeye olumlu bakabiliriz. Bunlar olmadığı sürece biz burada yer alamayız, rol alamayız.

Şimdi bütün bunlarla beraber şu anda Allah aşkına soruyorum: Şehirlerimizi yangın yerine çevirmek için eylemler yapanlar kimler? Bunları bilmek için herhalde ordinaryüs olmaya gerek yok, profesör olmaya da gerek yok. Her şey ortada. Bölücü terör örgütü bu işin baş sorumlusudur. Yani o çocukların eline molotofları verenler, taşları verenler, bunlarla beraber hatta silahı verenler, işte polislerimizi şehit edenler ortada. Bütün bunlara karşı polisimiz ne yapacak? Hala kalkan mı tutacak? Kusura bakmasınlar. Kimse de bu konuda bize akıl vermesin. Artık ne polisimizin, ne askerimizin kalkanla bu işin önüne geçmesi mümkün değil. Gereği neyse, askerimiz de polisimiz de bundan sonra onu yapacaktır.

Çünkü bir devletin asli görevleri vardır. Nedir? Bir, halkının can güvenliğini sağlayacak, mal güvenliğini sağlayacak, ülkesini dış güçlere karşı korumayı gerçekleştirecek. Eğer bunları yapamıyorsa o zaman zaten devlet olma vasfını kaybeder. Artık bunu yapmak durumundayız. Düşünün bütün kamu binalarını yakacaklar. Okulları yakıyorlar, hastaneleri yakıyorlar. Bütün bunların yanında kamu araçlarını, yahu bindiği otobüsü yakıyor. Bunlar yetmiyor, vatandaşın, oradaki Kürt vatandaşlarımızın, -orada onlar yaşıyor- onların da araçlarını yakıyorlar. Üniversitelerin içerisinde kendilerine göre terör estirmeye çalışıyorlar. Bütün bunlar ortada ve bakıyorsunuz onların başını çeken siyasi de çıkıyor: İşte ben, diyor, sokaklara çıkın şiddet yapın demedim. Ya ne dedin sen? İşte ne dediklerinin hepsi ortada. Bunları görüyoruz biliyoruz. Sokaklara dökülmeyi teşvik ettiniz, şimdi de söylediklerini nasıl geri alabilirim, bunun gayreti içerisindesin.

Yapılması gereken neyse devlet olarak bunları bütün kurumlarımızla şu anda yapmanın kararlılığı içerisindeyiz. Bedeli ne olursa olsun artık bu yapılacaktır. Çünkü anladıkları dil neyse, o dille onlara yaklaşacağız, o dille onlara konuşacağız. Ben de bir Cumhurbaşkanı sıfatıyla böyle konuşmak istemezdim. Ama 31 kişinin şurada 3-4 gün içerisinde bu şekilde ölmesi bizi bu noktaya sevk etmiştir ve malum siyasi parti, bir kez daha kendi iradesini ayaklar altına almış, demokratik, meşru cesur bir mücadele vermek yerine, eski Türkiye aktörlerinin oyuncağı haline gelmiştir.

Saygıdeğer Hocalarım,

Türkiye olarak biz Suriye ve Irak'taki krizler karşısında her zaman büyük devlet refleksleri ile ve soğukkanlılıkla hareket ettik.

Suriye rejimi uçağımızı düşürdüğünde sabırla hareket ettik ve misli ile karşılık verdik. Ama bunu soğukkanlılıkla ve büyük devlet refleksi ile yaptık. Suriye'nin onlarca şehrinde hep dünyadaki güç odakları şunu söylediler: Kimyasal silah kullanıyor mu, kullanmıyor mu? Kullanıyor… Ve çok enteresandır. Saint Petersburg'da, G-20 Zirvesi’ndeyiz. Akşam çalışma yemeğinde 20 lider aynı masanın etrafında konuşuyoruz ve kimyasal silahtan rahatsız oluyorlar. O zaman kimyasal silahla ölenlerin sayısı 1600 civarında. Fakat ilginç olan konvansiyonel silahlarla ölenlerin sayısının 120 bin civarındaydı. Kimse konvansiyonel silahı kullanmıyor, onu konuşmuyor. Kimyasal silaha karşı ne yapacağız, bunu konuşuyorlar. Tabii sıra bize gelince dedim ki: Yani neticesi ölüm olan, ölümü hazırlayan silah, kimyasal silah olsa ne olur, konvansiyonel silah olsa ne olur? Bizim için önemli olan konvansiyonel silahlarla ne kadar insan öldürüldü, kimyasalla ne kadar insan öldürüldü. Kimyasalla 1600, konvansiyonel silahlarla 120 bin insan öldürüldü. Siz konvansiyonel silahlara karşı herhangi bir tedbiri burada tartışmıyorsunuz, kimyasal silahı tartışıyorsunuz. Soruyorum dedim, hangi ülkeler şu anda Suriye'ye füzeleri veriyor, varil bombalarını veriyor, fosfor bombalarını veriyor? Kim veriyor? Hepsi de orada. Bu işin failleri de orada. Hiçbirinin işine gelmiyor. Çünkü onlar için buralar aynı zamanda pazar.

Dolayısıyla bizim buralarda hassasiyetimiz büyük önem arz ediyor. Şu anda da aynı şekilde Suriye bu kadar şımarıyorsa, şımarmasının arkasındaki gerçek, ona bu silahları veren ülkelerdir.

Bakınız Irak'ta, Musul IŞİD tarafından işgal edildiğinde, bu adını verdiğim siyasi parti hiç sesini çıkarmadı. Ama biz soğukkanlı davrandık. Başkonsolosumuz ve başkonsolosluk çalışanları rehin alındığında, biliyorsunuz bazı partiler, “Hükümet niye Irak'a girmiyor, niye Suriye'ye girmiyor, niye Başkonsolosluk temsilcilerimizi kurtarmıyor?” dediler. Ya biz onların kusura bakmayın belki argo olacak ama doluşuna gelmiş olsaydık, belki bizim bu 49 tane vatandaşımız şu anda olmayabilirdi. Niye? E, onların elinde. Bunlarda her şey canice. Onun için bizim burada soğukkanlı davranmamız gerekiyordu. 102 gün sabrettik. Ama hep söylediğim gibi o dönemde, sağ salim bunları kurtarmamız gerekiyordu. Onun için biz hassasız.

Bunların sırtında maalesef yumurta küfesi yok, bunlar rahat, biz öyle değiliz ve sağ salim bu 102 günün sonunda, 49 kardeşimizi oradan kurtarmış olduk. Efendim nasıl kurtardınız, ne verdiniz de kurtardınız? Ya ne verdiysek verdik. İşi bitirdik mi, sen ona bak. Ama burada, sağ olsun Milli İstihbarat Teşkilatımız gerçekten çok çok önemli, çok stratejik, taktiklerini iyi belirledi ve her an iç içe olduğumuz, her an görüştüğümüz, konuştuğumuz ve o 102 günlük süre içerisinde sürekli takibi ile sürekli bu işin nerede, ne oluyor, ne gidiyor... Gerek Silahlı Kuvvetlerimiz, gerek İstihbarat Teşkilatımız yakın takibiyle hamd olsun bunu bu şekilde bitirmeye muvaffak olduk.

Tabii, burada Arap, Türkmen, Kürt, Ezidi, Süryani ayrımı yapmadan gerektiğinde kendi topraklarında, gerektiğinde ülkemize misafir etmek sureti ile her birine yardım elimizi uzattık.

Büyük devlet, sokaktaki şiddet eylemlerine, vandallığa, yağmacılığa, şımarıklığa teslim olan devlet değildir. Büyük devlet, her şeyden önce politikalarını içeriden ve dışarıdan yapılan tahriklere göre belirleyen devlet hiç değildir ve açık açık ifade ediyorum, içeride de, dışarıda da politikalarımızı biz belirliyoruz. Bizim gündemimizi dünyada hiç bir ülke belirleyemez. Hiç kimsenin tehditlerine, tahriklerine, sokakta kullandığı şımarık piyonlarına boyun eğmeyiz.

Türkiye IŞİD ile de mücadele eder, PKK ile de mücadele eder ve ediyor. Türkiye Kobani için de mücadele eder ve ediyor. Ama Türkiye içeride şımarıklık yapan piyonlarla da, onların ipini tutan efendileri ile de en etkili şekilde mücadele edecek güce, donanıma, kudrete ve iradeye ziyadesiyle sahiptir. Bunu böyle bilmenizi istiyorum.

Değerli kardeşlerim,

Tabii bizim kardeşliğimiz farklı ve bizim bu kardeşliğimizi çok iyi korumamız lazım. Birliğimiz, beraberliğimiz çok ama çok önemli. Bilesiniz ki, biz bize faydalıyız. Bunu çok iyi işlememiz lazım. Hele hele üniversitelerimizin içerisine ayrımcılık tohumları atanlara, değerli hocalarım, sizlerin çok dikkat etmesi lazım. Çünkü bu işin ihyası da, inşası da sizlerin elindedir. Onun için bizim medeniyetimiz malum. Hocasına önem veren, ona en yüksek irtifayı özellikle tahsis eden bir medeniyettir. Onun için, “Bana bir harf öğretenin kölesi olurum” diyen bir medeniyetin çocuklarıyız biz. Bu bakımdan, tabii ki, sizlerin yetiştirdiği ve yetiştireceği nesil, inanıyorum ki, bu hassasiyeti hisseden, bu hassasiyeti yakalayan bir nesil olacaktır ve Başbakanlığım, Genel Başkanlığım esnasında bütün siyasi risklerini göze alarak, 77 milyonun kardeşliği, birliği, beraberliği için bir çözüm süreci başlattık ve bunu kararlılıkla sürdürdük. Bundan sonra da bunu kararlılıkla inşallah sürdürmeye devam edeceğiz. Çünkü bu çözüm süreci bizim milli birliğimizdir, kardeşliğimizdir. Milli birlik ve kardeşlikten başka bizim çıkışımız asla olamaz. Bunu başarmamız lazım ve ülkemizin geleceği noktasında biz hiçbir endişe taşımıyoruz.

İnşallah 2023 hedefleri, 2071 hedefleri bizler için hayal değildir. Bu millet bunları inşa etmeye muktedirdir. Ama diyorum ya, bunun bahanesi sizler olacaksınız.

Sizlerle böyle bir Akademik Yılın açılışında birarada olmanın mutluluğunu yaşadığımız için özellikle şahsım, eşim, tüm arkadaşlarım, bizler de mutluyuz. Ben bu Akademik Yıl içerisinde sizlere farklı başarılar temenni ediyorum.

Rabbim yar ve yardımcınız olsun. Bütün öğrencilerinize de başarılar diliyorum. Hepinize hayırlı yıllar temenni ederken, nice bu tür organizasyonlarda birarada olmanın inşallah mutluluğunu Rabbim bizlere yaşatsın diyorum.