Aziz Milletim,
Sizleri en içten duygularımla, muhabbetle selamlıyorum. Danıştay bugün Ayasofya’nın camiden müzeye dönüştürülmesini sağlayan 1934 tarihli Bakanlar Kurulu düzenlemesini iptal etti. Biz de buna dayanarak çıkardığımız bir Cumhurbaşkanlığı düzenlemesi ile Ayasofya’nın yeniden cami olarak hizmete açılmasını sağladık. Böylece Ayasofya 86 yıl aradan sonra yeniden Fatih Sultan Mehmet Han’ın vakfiyesinde belirttiği şekilde cami olarak hizmet vermeye başlayabilecektir. Bu kararın milletimize, ümmete ve tüm insanlığa hayırlı olmasını diyorum.
Kültür ve Turizm Bakanlığımız konunun idari ve teknik hazırlıklarıyla Diyanet İşleri Başkanlığımız da dini yönüyle ilgili çalışmalara hemen başladı. Müze statüsünden çıkmasıyla birlikte Ayasofya Camii’ne ücretli giriş uygulamasını da kaldırıyoruz. Tüm camilerimiz gibi Ayasofya’nın kapıları da yerli ve yabancı, Müslim ve gayrimüslim herkese sonuna kadar açık olacaktır. İnsanlığın ortak mirası olan Ayasofya yeni statüsüyle herkesi kucaklamaya çok daha samimi, çok daha özgür şekilde devam edecektir. Hazırlıkları süratle tamamlayarak, 24 Temmuz 2020 Cuma günü Cuma namazıyla birlikte Ayasofya’yı ibadete açmayı planlıyoruz. Dolayısıyla 24 Temmuz’a kadar ben tüm milletimden camideki çalışmalarımızın süratle yürüyebilmesi, bir an önce bu hazırlıkların bitmesi için buralarda ziyaret veya gelip burayı görme gibi bir telaşın içerisine girmenin doğru olmayacağını aziz milletime hatırlatmak istiyorum. Zira aldığım bazı haberler çerçevesinde içeride ve dışarıda gelip oralarda görüntü vermek veya gösteri yapmak; bunlar doğru değil. İnşallah 24’ünde hep birlikte burada Cuma namazımızı kılar ve böylece Ayasofya’yı da o gün her şeyiyle bitmiş olarak ibadete açarız. İçeride bazı eksikler var, bu eksikleri de bu arada inşallah gidermiş olacağız. Ve 6 ay gibi bir süre içerisinde yapacağımız bazı hazırlıklar var, onları da inşallah o süre içerisinde bitireceğiz. Tabii öyle bir burada hazırlıklar yapıyoruz ki bu hazırlıklar içerisinde Müslim-gayrimüslim, Hristiyan dünyasından kim gelirse gelsin hepsi geldiği zaman burada yapılan dedikoduların olmadığını, tam aksine gerçekten bizler ecdadımızdan devraldığımız mirası nasıl geleceğe taşıyacağımızın da en güzel örneğini vereceğiz. Herkesi ülkemizin yargı ve yürütme organları tarafından alınan Ayasofya kararına saygılı olmaya da davet ediyorum.
Uluslararası alanda bu konuda ortaya konan her türlü görüşü elbette anlayışla karşılarız. Ancak Ayasofya’nın hangi amaçla kullanılacağı konusu, Türkiye’nin egemenlik haklarıyla ilgilidir. Yeni bir düzenlemeyle Ayasofya’nın ibadete açılıyor olması, ülkemizin egemenlik hakkı kullanımından ibarettir. Türkiye Cumhuriyeti’nin bayrağı neyse, Başkenti neyse, ezanı neyse, dili neyse, sınırları neyse, 81 vilayeti neyse, Ayasofya’nın vakfiyesine uygun şekilde camiye dönüştürülmesi hakkı da odur. Bu konuda görüş belirtmenin ötesindeki her türlü tavrı ve ifadeyi bağımsızlığımızın ihlali olarak kabul ederiz.
Şu anda hemen arkamda bakınız dev bir vakfiyename vardır ve bu Fatih’in Vakfiyenamesi’dir. Ve bu vakfıyename içerisinde ne varsa o bizim için asıldır. Türkiye olarak nasıl diğer ülkelerdeki ibadet mekânlarıyla ilgili tasarruflara karışmıyorsak, biz de tarihi ve hukuki haklarımıza sahip çıkma konusunda aynı anlayışı bekliyoruz. Üstelik bu öyle 50-100 yıllık değil, tam 567 yıllık bir haktır. Şayet bugün inanç odaklı bir tartışma yapılacaksa bunun konusu Ayasofya değil dünyanın dört bir yanında her geçen gün tırmanan İslam düşmanlığı ve yabancı nefreti olmalıdır. Türkiye’nin kararı, sadece kendi iç hukuku ve tarihi haklarıyla ilgilidir. Bu kararın arkasında duran tüm siyasi partilere ve liderlerine, sivil toplum kuruluşlarına, milletimizin her bir ferdine şükranlarımı sunuyorum.
Aziz Milletim,
İstanbul’un fethi ve Ayasofya’nın cami haline dönüştürülmesi hadisesi tüm tarihinin, özellikle tarihimizin en şanlı sayfaları arasında yer alır. Uzun bir kuşatmanın ardından 29 Mayıs 1453 tarihinde İstanbul’u fethederek şehre giren Fatih Sultan Mehmet Han, doğrudan Ayasofya’ya yönelir. Bizans halkı korku ve merakla Ayasofya’da akıbetlerini beklemektedir. Fatih, kendisini karşılayan halka hayatları ve hürriyetleri konusunda teminat vererek Ayasofya’ya girer. İstanbul’un Fatihi, fetih sembolü olarak sancağını Ayasofya’nın ortasındaki mihrabın bulunduğu yere diker. Kubbeye doğru bir ok fırlatır, ilk ezanı da kendisi okur. Böylece fethini tescillemiş olur. Ardından mabedin uygun bir köşesinde şükür secdesi yaparak iki rekât namaz kılar. Bu davranışıyla da Ayasofya’yı camiye çevirdiğini gösterir. Sultan Fatih, İstanbul’un incisi bu ulu mabedi zemininden çatısına kadar büyük bir titizlikle inceler. Tarihçilerin yazdığına göre Ayasofya’nın kubbesine çıkan Fatih Sultan Mehmet Han, yapının ve çevrenin harap görüntüsü karşısında şu meşhur Farsça beyti söyler: “Perdedari mikoned der kasr-ı kayzer ankebut bum nevbet mizedend dertârem-i efrâsiyâb.” Bugünün Türkçesiyle tekrarlayacak olursak, Örümcek Kayzer’in sarayında perderkarlık yapıyor, baykuş efrasibabın burcunda nöbet tutuyor.” Fatih Sultan Mehmet Han, işte böylesine harap, bitap, perişan bir İstanbul ve Ayasofya devralmıştır. Esasen Fatih’in teslim aldığı Ayasofya daha önce aynı yere yapılan ilk iki kilise kargaşa dönemlerinde yakılıp yıkıldığı için üçüncü defa inşa edilmiş bir eserdir. Fethin ardından üç günlük hummalı bir çalışmayla ilk Cuma namazı için Ayasofya ibadete hazır hale getirildi. Devlet erkânı ve askeriyle beraber camiye giren Fatih, burada kubbeleri çınlatan tekbirler ve salavatlarla karşılanır. Ayasofya’daki ilk Cuma’nın hutbesini Fatih irat eder, namazı da Hocası Akşemseddin Hazretleri kıldırır. Fatih, diğer Hristiyan mezhepleri tarafından dışlanan Ortodoks Kilisesi’ni de himayesi altına alarak, gelişmesini sağlar. Bu ulu mabedin kubbeleri ve duvarları o günden itibaren 481 yıl boyunca ezanlarla, salalarla, tekbirlerle, salavatlarla, hatmi şeriflerle, mevlid-i şeriflerle çınlamıştır. Asırlarca yaşadığı depremlerden, yangınlardan, yağmalardan ve bakımsızlıktan dolayı harap vaziyette olan İstanbul, fetihle birlikte yeniden ayağa kaldırılmıştır. Bu sürecin sembolü de Ayasofya’dır. Fatih Sultan Mehmet Han’dan itibaren her padişah İstanbul’u ve Ayasofya’yı daha da güzelleştirmenin gayreti içerisinde olmuştur. Şehrin ulu camisi olarak belirlenen Ayasofya zaman içinde etrafına ilave edilen yapılarıyla tam tekmil bir külliye haline dönüştürülmüş ve asırlarca müminlere hizmet vermiştir. Neredeyse takip eden her asırda büyük onarımlara tabi tutulan eklemlerle daha da güzelleştirilen Ayasofya’ya milletimiz hep gözbebeği gibi bakmıştır. Öyle ki, Tanrı’nın Hikmeti anlamına gelen orijinal ismini değiştirmeye dahi teşebbüs etmemiştir. Görüldüğü gibi köhne bir devletin çöküntüsü altında yıkılmak üzere olan bu mabet ecdadımız tarafından sadece camiye dönüştürülmekle kalmamış, aynı zamanda ihya edilmiştir. İşte bunun için Ayasofya’nın her devirde bu milletin tüm fertlerinin gönlünde ayrı bir yeri olmuştur. Bizim de gençlik yıllarımızdan beri kalbimizde bir Ayasofya sevgisi vardır. Bu mabedi kültür hazinesi kimliğine halel getirmeden, vakfiyesine uygun şekilde yeniden ibadete açarak milletimize önemli bir hizmet verdiğimize inanıyoruz.
Aziz Milletim,
Milletimiz için fetih Cihad-ı Asgar hükmündeyken, asıl Cihad-ı Ekber imar, inşa ve hayrat faaliyetleriydi. Doğu Roma döneminde Ayasofya inşa edilirken Mısır’dan İzmir’e, Suriye’den Balıkesir’e kadar imparatorluğun dört bir yanından malzeme taşınmıştı. Fatih ve ardından gelen padişahlar Anadolu’nun ve Rumeli’nin her yerinden zanaat erbabını İstanbul’a getirerek, hem Ayasofya’yı hem şehri adeta yeni baştan imar ve inşa ettiler. Bunu yaparken de devraldıkları mirastan azami derecede faydalandılar. Mesela, Fatih Ayasofya’nın içindeki sabit mozaikleri korumuş, sadece taşınır heykelleri yapıdan çıkarttırmıştır. Asırlar boyunca yerinde kalan mozaikler, daha sonraki onarımlar sırasında peyderpey kapatılmış, böylece dış etkilere karşı korunması ve bugünlere gelmesi temin edilmiştir. Esasen farklı inançların mensuplarına hoşgörüyle bakmak dinimizin özünde var olan bir yaklaşımdır. Peygamber Efendimiz Aleyhissalatu Vesselam tebliğini sürdürürken Müslümanlara saldırmayan ve bozgunculuk yapmayan diğer dinlerden topluluklara herhangi bir müdahalede bulunmamıştır. Hazreti Ömer Radiyallahu anh Kudüs’ü aldığında şehirdeki Hıristiyanlara ve Musevilere hakları ve ibadethaneleriyle koruması altına almıştır. Ecdadın kurduğun tüm devletler gibi Osmanlı’nın yöneticileri de aynı yolu izlemiştir. Fatih’in ve ardından gelenlerin İstanbul’da yaptıkları da bu kadem geleneği takip etmekten ibarettir. Medeniyet tarihimizin en önemli isimlerinden olan Mimar Sinan Ayasofya’ya en çok katkı yapan kişilerin başında geliyor. Ayasofya Camii, mihrabı, minberi, kürsüsü, minareleri, hünkâr mahfili, levhaları, nakışları, şamdanları, halıları, şadırvanı ve diğer tüm unsurlarıyla 481 yılda bu hale geldi. Tarih boyunca hep İstanbul’un en kabalalık cemaatlerinin toplandığı Ayasofya teravih, Kadir Gecesi ve bayram gibi müstesna günlerde gerçekten çok göz alıcı manzaraların yaşandığı bir yer olmuştur. Dolayısıyla, Türk milletinin Ayasofya üzerindeki hakkı yaklaşık 1500 yıl önce bu eseri ilk inşa edenlerden daha az değildir. Tam tersine yaptığı katkılar ve güçlü sahiplenişi itibariyle milletimizin bugün insanlık tarihinin veya insanlık mirasının en önemli eserleri arasında gösterilen Ayasofya üzerindeki hakkı daha fazladır. İstanbul fetihle beraber Müslüman, Hıristiyan ve Musevilerin barış ve huzur içinde bir arada yaşadığı bir şehir haline gelmiştir. Tarih fetih ettiğimiz her yerde refahı, güveni, huzuru ve hoşgörüyü hakim kılmak için verdiğimiz büyük mücadelelerin şahididir. Bugün de ülkemizin her köşesindeki camilerimiz yanında her inanca ait binlerce tarihi mabet vardır. Ayrıca cemaati olan her yerde kiliseler ve havralar faaliyet göstermektedir. Halen ülkemizde ibadete açık 435 kilise, sinagog ve havra bulunuyor. Başka coğrafyalarda benzerine rastlamayacağımız bu manzara bizim farklılıklarımızı zenginlik olarak gören anlayışımızın bir tezahürüdür. Buna rağmen millet olarak yakın tarihimizde dahi bunun tam tersi örneklerle karşılaşmaktan kurtulamadık. Osmanlı’nın çekilmek zorunda kaldığı Doğu Avrupa ve Balkan coğrafyasında ecdadın asırlar boyunca inşa ettiği eserlerden pek azı hâlâ ayaktadır. Sui misal emsal olmaz sözünden hareketle bu kötü örneklerin hiçbirini dikkate almıyor, kendi medeniyetimizin inşa ve ihya üzerine kurulu duruşunu kararlılıkla koruyoruz.
Aziz Milletim,
Bugün yeniden ibadete açılması kararı vesilesiyle bir kez daha dikkatlerin üzerinde toplandığı Ayasofya tartışmalarının yaklaşık bir asırlık geçmişi vardır. Anadolu’nun ve İstanbul’un işgal yıllarında da Ayasofya’nın kiliseye çevrilmesi tartışmaları yaşanır. Bu niyetin ilk adımı olarak Ayasofya’nın kapısına tam teçhizatlı bir işgal birliği dayanır. Birliğin başındaki Fransız komutan Ayasofya’da görevli Osmanlı subayına kendilerinin buraya yerleşeceklerini, bunun için Türk askerinin camiyi boşaltmasa gerektiğini bildirir. Askerleriyle birlikte Ayasofya’yı korunan Binbaşı Tevfik Bey onlara şu cevabı verir: Buraya giremezsiniz ve giremeyeceksiniz, çünkü burası bizim mabedimizdir. Şayet cebren girmeye teşebbüs edecek olursanız size ilk cevabı şu ağır makineliler, sonra da caminin dört köşesine yerleştirdiğimiz tahrip kalıpları verecektir. Ayasofya’nın üzerinize yıkılmasını göze alabiliyorsanız buyurun girmeyi deneyin. Böylece işgalcilerin Ayasofya’yı ele geçirme ümitlerini boşa çıkarır. Ayasofya’ya yabancı ilgisi daha sonraki yıllarda mozaik tamiri gibi bahanelerle sürer. Bu sırada tek parti dönemi çıkardığı bir kararnameyle camilerin birbirine uzaklığının en az 500 metre olması gerektiği kuralını getirerek Ayasofya’yı ibadete kapatır. Bir süre sonra da 1 Şubat 1935 tarihinde Ayasofya müze olarak ilan edilip, ziyarete açılır. İbadete kapalı bulunduğu yıllar boyunca ecdat yadigârı bu eser büyük bir tarih kıyımına maruz kalır. Caminin bitişiğindeki İstanbul’daki ilk Osmanlı Üniversitesi olan ve Fatih tarafından inşa ettirilen Ayasofya Medresesi sebepsiz yere yıkılarak ortadan kaldırılır. Ayasofya’nın zemininde serili nadide halılar kesilerek sağa, sola dağıtılır. Antika şamdanlar eritilmek üzere dökümhaneye götürülür. Halen yerinde duran şaheser levhalar ise çok büyük oldukları için kapıdan çıkarılamaz ve mecburen depoya kaldırılır. Bu levhalar daha sonra Demokrat Parti devrinde tekrar yerlerine asılır. Ayasofya’nın uğradığı tahribat bunlarla sınırlı kalmaz. Cami olduğu devirlerden hiçbir eser kalmasın isteyenler az kalsın Ayasofya’nın minarelerini dahi yıktıracaklardı. Nitekim Sultan İkinci Beyazıt döneminde camiye çevrilen küçük Ayasofya’nın minaresi hukuki hiçbir dayanağı olmadan bir gecede yerle yeksan edildi. Sıranın Ayasofya’ya geldiğini gören tarihçi gazeteci ve müzeci İbrahim Hakkı Konyalı hemen bir rapor yazar ve neşreder. Merhum Konyalı’nın raporunda bu minareler kubbenin desteğidir, eğer minareler yıkılırsa Ayasofya’da yıkılır dendiği için mecburen yıkımdan vazgeçilir. Aynı dönemde ülkemizin dört bir yanında pek çok caminin, medresenin, ecdat yadigârı eserin başına benzer felaketler gelmiştir. Esasen tek başına veya tek parti döneminde alınan bu karar tarihe ihanet olmanın yanında hukuka da aykırıydı. Çünkü Ayasofya ne devletin, ne de herhangi bir kurumun malı değil, vakıf mülküdür. Fatih İstanbul’u fetih ettiğinde Roma İmparatoru unvanını da almış ve dolayısıyla Bizans hanedanı üzerine kayıtlı bulunan tüm emlake sahip olmuştur. İşte bu hukuka istinaden Ayasofya’da Fatih’in ve onun kurduğu vakfın üzerine tapulanmıştır. Cumhuriyet döneminde bu tapu senedinin yeni harflerle hazırlanmış resmi bir sureti de çıkarılarak, hukuki statüsü tescillenmiştir. Ayasofya Fatih’in tapulu mülkü olmasaydı hukuken burayı vakıf etme hakkı da bulunmazdı. Fatin Sultan Mehmet Han, Ayasofya’yı da içeren 1 Haziran 1953 tarihli yüzlerce sayfalık vakfiyesinin bir yerinde aynen şunları söylüyor: Kim bu Ayasofya’yı camiye dönüştüren vakfiyemi değiştirir, bir maddesini tebdil eder, onun iptal veya tedile koşarsa fasit veya fasık bir teville veya herhangi bir dalavereyle Ayasofya Camiinin vakıf hükmünü yürürlükten kaldırmaya kast ederse aslını değiştirir, furuhuna itiraz eder ve bunları yapanlara yol gösterir, yardım ederse kanunsuz olarak onda tasarruf yapmaya kalkar, camiliktin çıkarır ve sahte evrak düzenleyerek mütevellilik hakkı gibi şeyler isterse yahut onu kendi batıl defterine kaydeder veya yalandan kendi hesabına geçirirse huzurunuzda ifade ediyorum ki, en büyük haramı işlemiş ve günahı kazanmış olur. Bu vakfiyeyi kim değiştirirse Allah’ın, Peygamber’in, meleklerin, bütün yöneticilerin ve dahi bütün Müslümanların ebediyen laneti onun ve onların üzerine olsun. Azapları hafiflemesin, hac gününde yüzlerine bakılmasın. Kim bunları işittikten sonra hâlâ bu değiştirme işine devam ederse günahı onu değiştirene ait olacaktır. Allah’ın azabı onlaradır. Allah işitendir, bilendir.
Evet, bugün alınan karar aynı zamanda Fatih’in işte bu ağır bedduasından kurtulmamızı sağlamıştır. Gerçi aynı zihniyet bugün de bırakınız Ayasofya’nın hüznünü gidermeyi, İstanbul’un en gözde camisi Sultan Ahmed’i müzeye dönüştürmeyi teklif edebilmektedir. Bu zihniyet geçmişte Sultan Ahmet Camii’ni resim galerisi, Yıldız Saray’ını kumarhane, Ayasofya’yı caz kulübü olarak kullanmayı da düşünmüş, hatta bir kısmı gerçekleştirmişti. Her dönemde olduğu gibi günümüzde de bu bakış açısı çağdaşlık kisvesi altında çağdışı bir anlayışın tezahürüdür. Vatikan’ın müze haline dönüştürülerek, ibadete kapatılmasını talep etmekte, Ayasofya’nın müze olarak kalmasında ısrarcı olmak aynı mantığın ürünüdür. Bunun bir adım sonrası insanlığın en eski mabedi olan Kâbe’nin ve yine kadim mabet Mescid-i Aksa’nın da müzeye dönüştürülmesi isteğidir. Rabbim ülkemize ve insanlığa bu zihniyetten ilelebet muhafaza eylesin diyorum. Rabbim bir daha bu milleti değerlerine düşmanlık edenlerle sınamasın diyorum.
Aziz Milletim,
Bazı eserler vardır ki bunlar milletlerin ve devletlerin sembolüdür, Ayasofya da işte bu sembollerimizden biridir. Yahya Kemal 1922 yılında yazdığı bir makalede şöyle diyor: Bu devletin iki manevi temeli vardır Fatih’in Ayasofya minaresinden okuttuğu ezan, ki hâlâ okunuyor. Selim’in Hırka-ı Saadet önünde okuttuğu Kur’an, ki hâlâ okunuyor. Yine Yahya Kemal’in ifadesiyle Ayasofya’nın milletimizin için anlamı şu şekildedir:
Bir zaman hendeseden âbide zannettimdi;
Kubben altında bu cumhûra bakarken şimdi,
Senelerden beri rüyâda görüp özlediğim
Cedlerin mağfiret iklîmine girmiş gibiyim.
Evet, şairin cedlerin mağfiret iklimi olarak tarif ettiği bu mabet maalesef uzunca bir süre ezan ve Kur’an sesinden mahrum kalmıştır. Önce 1980’de, ardından 1991’de Ayasofya’nın Hünkâr Mahfili ibadete açılmışsa da ana yapısı itibariyle bu mabedin boyunu hep bükük kalmaya devam etmiştir. Fikir ve sanat insanlarımızın hemen hepsi Ayasofya’nın öksüzlüğü konusunu yazılarında, konuşmalarında dile getirmiştir. Merhum Necip Fazıl Kısakürek, “Türk’ün bu vatanda kalıp kalmayacağından şüphe edenler Ayasofya’nın da açılıp, açılmayacağından şüphe eder” diyerek bu konudaki inancını ortaya koyar. Gençliğimizde bir konferansı bununla ilgiliydi. Üstadın Ayasofya açılmalıdır, Türk’ün kapalı bahtıyla beraber açılmalıdır çağrısına işte bugün cevap veriyoruz. Nazım Hikmet’in İstanbul’un fethini ve Ayasofya’nın camiye dönüştürülmesine anlattığı şiiri de çok çarpıcıdır.
İslam'ın en beklediği en şerefli gündür bu.
Rum Konstantiniyye'si oldu Türk İstanbul'u.
Cihana karşı koyan bir ordunun sahibi,
Türk'ün padişahı, bir gök yarılır gibi.
Girdi Edirnekapı'dan kır atın üstünde,
Fethetti İstanbul'u sekiz hafta üç günde.
O ne mutlu, mübarek bir kuluymuş Allah’ın.
Belde-i Tayyibe’yi fetheden padişahın.
Hak yerine getirdi en büyük niyazını,
Kıldı Ayasofya’da ikindi namazını.
Bir başka tarihçi ve şair Nihal Adsız’a dünyaya bir daha gelseniz ne olmak isterdiniz diye sorulduğunda cevabı Ayasofya’ya imam olmak isterdim olmuş. Dünya çapındaki tarihçimiz Halil İnalcık, Batı İstanbul’un fethini ve Ayasofya’yı hiç unutmadı derken aslında bize bu konunun siyaset üstü bir mesele olduğunu anlatmaya çalışıyordu. Edebiyatımızın zirve isimlerinden Peyami Safa ise Ayasofya’nın müze haline getirilmesi, Hıristiyanlığın İstanbul üzerindeki emellerini bertaraf etmemiş, bilakis cesaretini arttırmış, kışkırtmış ve azdırmıştır diyordu.
Osman Yüksel Serdengeçti’nin idamla yargılanmasına sebep olan Ayasofya başlıklı yazısı şu satırlarla son bulur:
“Ayasofya! Ey muhteşem mabet! Merak etme. Fatih’in torunları yakında bütün putları devirip seni camiye çevirecekler. Gözyaşlarıyla abdest alıp secdelere kapanacaklar... Tehlil ve tekbir sedaları boş kubbelerini yeniden dolduracak. İkinci bir fetih olacak... Ozanlar bunun destanını yazacaklar, ezanlar ilanını yapacaklar... Sessiz ve öksüz minarelerinden yükselen tekbir sesleri fezaları yeniden inletecek... Şerefelerin yine Allah’ın ve Hazreti Muhammed’in şerefine ışıl ışıl yanacak... Bütün dünya Fatih dirildi sanacak. Bu olacak Ayasofya, bu olacak!.. İkinci bir fetih, yeni bir basübadelmevt... Bu muhakkak... Bu günler yakın, belki yarın, belki yarından da yakın...”
Hamdolsun işte o yarınlara kavuştuk.
Ayasofya’nın mahzunluğu konusundaki en çarpıcı şiirlerinden biri de Arif Nihat Asya’ya aittir:
“Ulu mabed, neye hicrana büründün böyle,
Fatih’in devrini bir nebzecik olsa söyle!..
Beş vakit loşluğunda saf saftık; dâvetin vardı dün ezanlarında
Seni ey mabedim utansınlar kapayanlar da, açmayanlar da!”
Bugün Türkiye işte böyle bir utançtan kurtulmuştur. Bugün Ayasofya inşa edildiği tarihten itibaren defalarca şahit olduğu yeniden dirilişlerinden birini yaşıyor. Ayasofya’nın dirilişi, Mescid-i Aksa’nın özgürlüğe kavuşmasının habercisidir. Ayasofya’nın dirilişi dünyanın dört bir yanındaki Müslümanların fetret devrinden çıkış iradesinin ayak sesidir. Ayasofya’nın dirilişi sadece Müslümanların değil onlarla birlikte tüm mazlumların, mağdurların, ezilmişlerin, sömürülmüşlerin, umut ateşinin yeniden alevlenişidir. Ayasofya’nın dirilişi Türk milleti, Müslümanlar ve tüm insanlık olarak dünyaya söyleyecek yeni sözlerimiz olduğunun ifadesidir. Ayasofya’nın dirilişi Bedir’den Malazgirt’e, Niğbolu’dan Çanakkale’ye kadar tarihimizin tüm atılım dönemlerini yeniden hatırlayışımızın adıdır. Ayasofya’nın dirilişi şehitlerimizin ve gazilerimizin emanetine gerekirse canımız pahasına sahip çıkma kararlılığımızın remzidir. Ayasofya’nın dirilişi Buhara’dan Endülüs’e kadar medeniyetimizin tüm sembol şehirlerine verdiğimiz bir gönül selamıdır. Ayasofya’nın dirilişi, Alparslan’dan Fatih’e ve Abdülhamit’e kadar ecdadın tamamına vefamızın gereğidir. Ayasofya’nın dirilişi Fatih’in fetih ruhunu şad etme yanında Akşemseddin’in maneviyatını, Mimar Sinan’ın estetiğini ve zevkini de yeniden gönlümüzde canlandırmaktadır. Ayasofya’nın dirilişi insanlığın özlemle beklediği temeli adalet, vicdan, ahlak, tevhit ve kardeşlik olan medeniyet güneşimizin yeniden yükselişinin sembolüdür. Ayasofya’nın dirilişi bu mabedin kapılarındaki zincirler yanında topyekûn gönüllerdeki ve ayaklardaki prangaların da kırılıp atılmasıdır. Ezanın aslına döndürülmesinden 70 yıl sonra Fatih’in emaneti Ayasofya’nın da cami olarak hizmete girmesi gecikmiş bir yeniden silkiniştir. Bu tablo İslam coğrafyasının dört bir yanındaki sembol değerlerimize yapılan hoyratça saldırılara verilmiş en güzel cevaptır. Türkiye son dönemde attığı her adımla artık zamanın ve mekânın nesnesi değil öznesi olduğunu göstermektedir. Millet olarak verdiğimiz tarihi mücadeleyle temsilcisi olduğumuz medeniyetin aydınlık geleceği için maziden atiye tüm insanlığı kucaklayan bir köprü kuruyoruz. İnşallah bu kutlu yolda yürümeye, durmadan, duraksamadan, yılmadan azimle, fedakârlıkla, kararlılıkla menzile ulaşana kadar devam edeceğiz.
Bir kez daha Ayasofya’nın yeniden camiye dönmesini sağlayan yargı kararı ve Cumhurbaşkanlığı düzenlemesinin hayırlı olmasını diliyorum. Ayasofya’yı insanlığın ortak kültürel mirası vasfını koruyarak cami olarak ibadete açacağımızın altını da tekrar çiziyorum.
Sizlere sevgilerimi, saygılarımı sunuyorum. Ve Rabbime hamd ediyorum bizlere bugüne de nasip etti.
Kalın sağlıcakla.