Sayın İcra Heyeti Başkanı,
Sayın bakanlar, Sayın Komiser,
Kıymetli misafirler, hanımefendiler, beyefendiler;
Sizleri en kalbi duygularımla, saygıyla selamlıyorum.
Budapeşte Süreci 6. Bakanlar Konferansı vesilesiyle sizleri ülkemizde ağırlamaktan duyduğum memnuniyeti özellikle ifade etmek istiyorum.
Kıtaların, kültürlerin, kalplerin kavşak noktası, tarih ve medeniyet şehri güzel İstanbul’umuza hoş geldiniz.
Binlerce yıllık tarihi boyunca daima mazlum ve mağdurlara kucak açmış bu şehir, bugün de göç alanında önemli bir toplantıya ev sahipliği yapıyor. Toplantımızın ve yapacağımız istişarelerin şimdiden hayırlara vesile olmasını diliyorum.
Uluslararası toplum, geçmişte emsaline az rastlanır bir göç kriziyle karşı karşıya bulunuyor. Bugün dünya genelinde 260 milyona yakın göçmen, 68 milyonun üzerinde yerlerinden edilmiş kişi ve 25 milyonu aşkın mülteci bulunuyor. Bu sayı, ekonomik nedenler yanında, açlık, kıtlık, iç savaşlar, terör saldırıları ve siyasi belirsizlikler gibi sebeplerle gün geçtikçe artıyor. İnsanlar sadece daha iyi bir iş, daha yüksek bir hayat standardı için değil, hayatlarını devam ettirebilmek için karınlarını doyurabilmek, çocuklarına bir lokma ekmek bulabilmek için göç ediyor, çıkılan bu umut yolcukları ise maalesef çoğu zaman ölümle, felaketle sonuçlanıyor.
Şimdi altını çizerek söylüyorum; son 6 senede 18 binin üzerinde kişinin hayatını kaybettiği Akdeniz’i büyük bir mülteciler mezarlığına dönüştüren macera hevesi değil, işte bu çaresizliktir. Sahra Çölü’nün cehennem sıcağında solup giden hayatların her birinin gerisinde büyük bir dram, acı bir hikaye vardır. Kaderlerini bir derme çatma bot ile azgın dalgaların insafına bırakanlar, bunu adrenalin tutkusundan değil umutsuzluktan, artık başka hiçbir seçenekleri kalmadığından yapıyor. Her şeyini geride bırakmış bu insanları açık hava hapishanelerine ve toplama kampı tarzı yerlere mahkum etmek, vicdanlara sığmaz ve vicdanlara da hapsedilemez. Hele hele bu insanların dramları üzerinden siyaset yapmak, toplumdaki önyargıları kaşıyarak siyasi rant peşine düşmek çok daha utanç vericidir.
Filistinli mültecilere verilen yardımları kesmek, onları yokluk ve yoksullukla terbiye etmeye çalışmak da insanlık dışıdır. 70 yıldır evlerinden, vatanlarından uzakta hayata tutunmaya çalışan insanları siyaset malzemesi yapmak son derece yanlıştır. Ben bütün bunları çatışmaların ve düzensiz göç hareketlerinin uzağında bir ülkenin Cumhurbaşkanı olarak söylemiyorum, Birleşmiş Milletler verilerine göre dünyada en fazla sığınmacıya ev sahipliği yapan bir ülkenin Cumhurbaşkanı olarak ifade ediyorum.
Hemen her gün şahit olduğumuz insani trajediler, göç meselesinde aysbergin, yani buzdağının görünen yüzüdür. Göç ve mülteciler konusunu sadece güvenlik perspektifinden ele almak, indirgemeci bir yaklaşım olacaktır. Daha yüksek duvarlar inşa etmenin, daha fazla dikenli tel çekmenin düzensiz göçü önlemek için çözüm olmadığı aşikardır. Şayet bu meseleyi doğru bir değerlendirmeye tabi tutacaksak, görünenle özellikle beraber suyun altına kalan kısma, yani asıl problemlere odaklanmalıyız. Göçün gerisindeki sorunlarla, her yıl milyonlarca insanı evlerini, yurtlarını terk etmeye zorlayan sebeplerle cesaretle yüzleşmeliyiz, kaynak ülkelerle beraber gelişmiş Batılı devletlerin de bunu yapması gerekiyor.
Burada öncelikle şu tespiti yapmakta fayda görüyorum: Göç, güvenlik boyutu da olan insani ve siyasi bir meseledir. Bu meselenin özünde adalet açığı ve empati eksikliği vardır. Bakınız, bugün dünyanın en zengin toplumları ile en fakirlerini kimi zaman bir deniz, kimi zaman bir nehir, kimi zaman belli-belirsiz bir sınır ayırıyor. Bir tarafta insanlar lüks ve şatafat içinde yaşarken, sınırın hemen öbür yanında açlık ve sefalet kol geziyor. Gelir adaletsizliğinin bu derece keskinleştiği bir yapıda göçü tamamen bitirmek mümkün değildir. Güç üzerine, güçlü olanın haklılığı üzerine kurulu mevcut küresel sistem ise bu adaletsizliği daha da kurumsallaştırıyor. Mevcut düzen ne çatışmalara ne istikrarsızlıklara ne de insanları göçe iten sebeplere hiçbir çözüm üretemiyor. Az gelişmiş ülkelerin kaynakları, yeraltı-yerüstü zenginlikleri, altını, elması, madeni, petrolü halen esik sömürgeci güçlerin kasalarına akıyor.
Kimse gücenmesin, açık ve net söylüyorum; acaba bu Afrika’nın altını, elması, bütün bakırları, kronları kimler tarafından bugüne kadar sömürüldü? Kimler tarafından bunlar oralardan alınıp ülkelerine taşındı? Ve yeri geldiği zaman katliamlar kimler tarafından yapıldı? Ama bunlar tabi hep gizleniyor, bunlar konuşulmuyor. Cezayir katliamını biz unutamayız, Ruanda katliamını bizler unutmayız, bunların hepsi ortada. Ve buralarda yüzler, binler değil, buralarda yüzbinler, yeri geldi milyonlar öldürüldü.
Burada şimdi göçü konuşanlar nereden hareketle konuşacak? Buralardan hareketle konuşacak. Bu insanlar ülkelerini niye terk ettiler? Şu anda benim ülkeme gelenler acaba keyifle mi geliyorlar, zevkle mi geliyorlar? Varil bombaları üzerlerine yağdığı için işte bu katil Esed’in o yağdırdığı varil bombaları neticesinde ülkelerini, evlerini, topraklarını terk etmek zorunda kaldılar, onun için 3 milyon 600 bin Suriyeli şu anda benim ülkemde ve biz onlara ev sahipliği yapmaya çalışıyoruz.
Dünyada hak ihlalleri, çatışmalar sürdükçe, zenginle fakir arasındaki uçurum genişledikçe, göçmenler her zaman yeni yollara yöneleceklerdir.
Uluslararası toplum, Libya, Suriye, Yemen, Afganistan başta olmak üzere çatışmalara son vermenin yolarını bulmaya mecburdur. Hiçbir ülkenin günümüz dünyasında bu sorunlara coğrafi uzaklık-yakınlık merciinden bakma lüksü yoktur. Az gelişmiş ülkelere yönelik donörler toplantısı yapıyoruz, bakıyorsunuz, çıkıyor işte ‘dünyanın en zenginiyim’ diyenler diyor ki; ‘ben dünyada bir numarayım’. Hayır, dünyada bir numara değilsin, dürüst olacağız. Milli gelire oranla az gelişmiş ülkelere, en az gelişmiş ülkelere destek verme noktasında dünyanın bir numarası, OECD rakamlarını söylüyorum, Türkiye’dir, ama milli gelire oranla söylüyorum. OECD raporlarını incelerseniz orada da bunu göreceksiniz. Çünkü biz bütün bu adımları atarken hep bir şeyi hedefledik; eğer biz veren el olmazsak yarın aynı duruma biz de düşeriz.
Dünyanın devasa bir köye dönüştüğü, mesafelerin anlamını yitirdiği böylesi bir dönemde, artık Avrupa’nın kaderi Afrika’nınkinden, Kuzey Amerika’nın kaderi de Güney Amerika’nınkinden bağımsız değildir. Gelişen teknoloji ve ulaşım imkanları bizi birbirimize yaklaştırırken, aynı zamanda problemlerimize ortak çözümler aramaya da icbar ediyor.
Öte yandan, yoksulluk, kıtlık, iç savaşlar, siyasi ve ekonomik sıkıntılar gibi sorunlar insan tacirlerine sömürebilecekleri uygun bir zemin sunuyor. İnsan kaçakçılığının giderek terörle, uyuşturucuyla, örgütlü suçlarla bağlantılı bir hal aldığını görüyoruz. Terör örgütleri, arka planında kendilerinin olduğu insanları göçe zorlayan sebeplerden de sonuçlardan da çıkar sağlıyor. İnsan hayatı ve milli güvenliğimizi tehdit eden bu suç türüyle koordineli ve kararlı bir mücadele ortaya koymamız şarttır. Çözüm yolu olarak mülteci botlarını batırmak, ahlaki sıkıntıları bir yana, sorunu çözümsüzlüğe mahkum etmek demektir. Batı, giderek yaşlanan nüfusu ve Doğu’dan gelen insan kaynağı ortadayken, bu sorunun sonuçlarından kendini kurtaramayacaktır. Bunun için göç meselesinin sağlıklı bir zemine oturtulması en çok Batı ülkelerine yarayacaktır.
Kıymetli dostlar;
Türkiye, gerek coğrafi konumu, gerekse bölgesinde yaşanan hadiseler itibarıyla göç meselesiyle ilk defa yüzleşen bir ülke değildir. Biz asırlarca doğu-batı, kuzey-güney yönünde göçler maruz kalmış bir coğrafyanın kavşak noktasında bulunuyoruz. En güçlü döneminde sınırları ve nüfuz alanı 22 milyon kilometrekareye ulaşmış bir cihan devletinin bakiyesidir.
Son 2 asırda yaşadığımız olaylar kardeş ve dost topluluklar için ülkemizi son sığınak yapmıştır. 81 vilayetimizin her birinde, Kırım’dan, Kafkasya’dan, Balkanlar’dan, Rumeli’den, hatta Orta ve Uzak Doğu’dan, Güney Asya’dan göç etmiş milyonlarca vatandaşımız bulunuyor. Şehirlerimizde farklı etnik kökenlere, dillere, inançlara, kültürlere sahip insanlar barış içinde birarada yaşıyor. Sadece soydaşlarımız değil, zulüm ve baskı gören herkes aradıkları emniyeti, özgürlüğü, dinlerini yaşama hürriyetini bu topraklarda bulmuştur. 15. yüzyılda İspanya’daki katliamlardan kaçan Museviler, Engizisyondan kaçan Hıristiyanlar, Nazi zulmünden kaçan Musevi veya Hristiyan Almanya ve Avusturya vatandaşları bizim ülkemize sığınmışlardır. Bugün de Türkiye 3,6 milyon Suriyeli olmak üzere dünyanın farklı ülkelerinden 4 milyonunun üzerinde göçmene ev sahipliği yapıyor.
2011’den bu yana çatışmaların devam ettiği Suriye’den ülkemize sığınan hiç kimseyi zorla geri göndermedik. Biz, Aramileri geri göndermedik, Hristiyanları geri göndermedik, biz öbür taraftan Ermenileri geri göndermedik. Şu anda bizim ülkemizde yüz bine yakın Ermeni var, bunların içinde 40 bin civarında vatandaşımız var, diğerleri ise vatandaşımız değil, ama biz bunları geri göndermiyoruz. Çünkü bunlar bizim ülkemize niye geldi? Ülkelerindeki yaşadıkları sıkıntı sebebiyle geldi. Ama dünyada şu anda, Batı’da özellikle sözde Ermeni soykırımı adıyla da bazı propagandalar yapılıyor. Biz de diyoruz ki, bu tarihçilerin işidir, gelin tarihçiler bu işi masaya yatırsınlar, çözsünler. Hayatımız boyunca, tarihimiz boyunca bu millet hiçbir zaman hiçbir etnik unsura karşı bir soykırımda bulunmamıştır.
Kapımıza gelen masumları, ne kendi vatandaşına devlet terörü uygulayan rejimin ne de DEAŞ ve PKK gibi katil örgütlerin insafına terk ettik. Etnik kimliğine, diline, inancına bakmadan herkesi bağrımıza bastık, onlara korunaklı bir çatı olduk. Her şeylerini geride bırakan bu insanlara eğitimden sağlığa, istihdamdan sosyal psikolojik desteğe kadar çok geniş bir yelpazede hizmet sunduk. Hali hazırda ülkemizde eğitim çağında 1 milyona yakın Suriyeli bulunuyor. Şartlarımızı zorlayarak bunların ancak 328 bini için eğitim imkanı sağlayabildik. Son 7 yılda ülkemizde dünyaya gözlerini açan Suriyelilerin sayısı 380 bini geçti. Sığınmacılar için kendi milli imkanlarımızla harcadığımız rakam, Birleşmiş Milletler kriterlerine göre şu an itibarıyla 37 milyar doları aştı. Fakat Avrupa Birliği’nin bize verdiği söz 3+3 milyar Avro Türkiye’ye uluslararası kuruluşlar vasıtasıyla ödeyeceğiz dediler. Şu ana kadar bu uluslararası kuruluşlar vasıtasıyla gelen 1 milyar 750 milyon Avro, Birleşmiş Milletler Mülteciler Komiserliği vasıtasıyla gelen 750 milyon Dolar, bizim harcadığımız ise 37 milyar Dolar, hesap bu. Dünya hala bu işe sessiz, Batı sessiz, birçok sözler de verdiler, ama tutmadılar.
Ayrıca ülkemiz küresel insani yardım raporuna göre, 2017 yılında 8,1 milyar Doların üzerindeki yardımla dünyada ilk sıralara yükseldi. Aynı dönemde dışarıdan ülkemize gelen yardım miktarı ise son derece kısıtlıdır.
Avrupa Birliği’nin taahhüt ettiği, az önce söyledim, 6 milyar Avronun henüz ilk dilimi dahi Suriyelilere ulaşabilmiş değil.
Değerli dostlar;
Özellikle Birleşmiş Milletler Göç Mülteciler Komiserliğinin gayreti de Sayın Gutteres döneminde bir yere kadar geldi, orada kaldı. Düzensiz göç ve mülteci meselesinde yük olan bir ülke değil, yük alan bir ülke olarak bu süreçte tek başına bırakıldığımızı söylemek durumundayım.
İnsani değerlerin yerini, çok kısa sürede önyargılara terk ettiğini görüyoruz. Biz, 8 yıldır 4 milyon insana sahip çıkarken, ekonomik imkanları bizden fazla olan ülkeler 100-150 tane göçmeni kabul etmemek için adeta birbirini yiyor. Irkçı partiler başta olmak üzere, Avrupalı siyasetçiler mülteci düşmanlığı üzerinden koltuk kapmanın hesabını yapıyor. Bugün dünyanın diğer devletlerine demokrasi ve insan hakları dersi veren birçok ülkede mülteciler ve yabancılar en büyük tehdit olarak görülüyor.
Zenofobi ve İslamofobi tıpkı zehirli bir sarmaşık gibi Avrupa toplumlarında günden güne yayılıyor. Her gün vatandaşlarımıza yönelik faşist saldırılara, sırf Türk ve Müslüman olmalarından dolayı haklarının gasp edildiğine haberler alıyoruz. Ülkemizin bu tür hukuksuzluklar karşısında elbette sessiz ve tepkisiz kalması mümkün değildir. Biz de ilgili birimlerimizle muhataplarımız ve mahkemeler nezdinde gerekenleri yapıyoruz, yapmayı da sürdüreceğiz.
Bunun yanında, komşumuz Suriye’den ülkemize ve Avrupa’ya yönelen düzensiz göçün engellenmesi için de çaba sarf ediyoruz. Suriye kaynaklı göç probleminin tek çözüm yolu, mültecilerin bizim sınırlarımız içinde tutulması olarak görülemez. Türkiye böyle bir yükü, böyle ağır bir sorumluluğu ilanihaye taşımak zorunda değildir. Ülkemiz son 8 senede insanlık adına, uluslararası toplum adına elini taşın altına fazlasıyla koymuştur.
Açık ve net söylüyorum; yeni bir göç dalgası yaşanması halinde artık biz bunu tek başına göğüsleyemeyeceğiz. İşte İdlib olayında eğer İdlib’deki halk Türkiye’ye girseydi, ki 300-400 bin insandır, bu olay çok daha farklı bir şekilde gelişebilirdi, onu da buradan özellikle söylemek zorundayım. Mültecileri Suriye içinde tutacak, ülkemizde olanları da tekrar vatanlarına döndürecek formüllerin devreye alınması gerekiyor. Sayın Putin ile Soçi’de tesis ettiğimiz İdlib mutabakatı büyük bir kitlesel göçün önüne geçmiştir.
Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekatları geri dönüşleri hızlandırmış, 312 bin mültecinin kendi topraklarına geri dönmesini sağlamıştır. Bugün ülkemizin terörden arındığı bölgeler Suriye’nin en yaşanabilir, en huzurlu alanlarıdır. Krizin ilk yıllarında gündeme getirdiğim güvenli bölge formülü Suriye mültecilerin geri dönüşleri için en pratik çözüm yoludur. Bu formülün işlerliği güvenli bölgenin Türkiye’nin kontrolünde olması, diğer ülkelerin ise bize lojistik destek sağlamalarına bağlıdır. İnşallah bu formülü çok yakında sahada uygulamaya koyacağız. Sınır hattımız boyunca gerekli hazırlıkları yaptık, planlarımızı, stratejilerimizi belirledik. Geçtiğimiz hafta Soçi’de bu meseleyi Sayın Putin ve Sayın Ruhani ile de ayrıntılı bir şekilde ele aldık. Avrupalı dostlarımızın da güvenli bölge tesisinde ülkemize gereken desteği vereceğine inanıyorum.
Türkiye olarak topraklarımızda yaşayan milyonlarca Suriyeliyi şayet bu şekilde kendi evlerine döndüremezsek, eninde sonunda sorun Avrupa kapılarına dayanacaktır, bunu da özellikle bilmenizi istiyorum. Güvenli bölge konusunda ülkemize verilecek desteğin mülteci akınının ve terör tehditlerinin engellenmesi suretiyle, aynı zamanda Avrupa ülkelerinin kendi milli güvenliklerine yapacakları bir katkı olacağının altını çizmek istiyorum.
Kıymetli misafirler;
Düzensiz göçün özellikle de engellenmesi kadar en geniş anlamıyla göç olgusunun yönetilmesi de önem taşıyor. Bu yönde 2018 yılında önemli bir adım atarak küresel göç mutabakatını kabul ettik. Budapeşte Süreci 6. Bakanlar Konferansı, küresel göç mutabakatının kabul edilmesinden bu yana göç alanında yapılan en önemli üst düzey etkinliktir.
2006 yılında beri Türkiye olarak Başkanlığını yürüttüğümüz Budapeşte Süreci, göç güzergahındaki kaynak, geçiş ve hedef ülkeleri arasında iş birliğini amaçlayan değerli bir platformdur. Sürecimiz bugüne kadar 5 bakanlar konferansı ve 26 kıdemli memurlar toplantısı gerçekleştirerek rüştünü ispat etmiştir. 6. Bakanlar Konferansı sırasında vereceğimiz mesajlar ve alınacak kararlar da tüm dünyada milyonlarca insanın hayatını etkileyecektir. Buradaki tüm dostlarımın meseleye bu hassasiyetle baktığına inanıyorum.
Sözlerime burada son verirken, tüm değerli katılımcılara bir kez daha İstanbul’umuza hoş geldiniz diyorum, çalışmalarınızın hayırlara vesile olmasını temenni ediyor, sizlere sevgi ve saygılarımı sunuyorum.
Kalın sağlıcakla.